

Işıksu adında, evlerinin duvarlarına sarmaşıkların tırmandığı, bahçelerinde nergislerin açtığı bir köy vardı. Bu köyde Deniz adında meraklı, hızlı yürüyen, gözleri pırıl pırıl bir çocuk yaşardı. Deniz’in en sevdiği şey, gökyüzü kadar mavi olan, uçlarında renkli ipler sallanan uçurtmasıydı. Uçurtmasının adı da Pıtırcık’tı. Rüzgâr çıktığında, Pıtırcık “fısırt fısırt” diye ses çıkarır, Deniz de sevinçle koşar, uçurtmayı göğe salardı.
Bir sabah erkenden, köy meydanına bir afiş asıldı. Afişte kocaman bulutlar, gülen yüzler ve bir yazı vardı: “Bulut Şenliği! En yükseğe kim uçuracak? Uçurtmalarınızı hazırlayın! Küçük bir sır: Rüzgâr, iyi kalpleri sever.”
Deniz, Pıtırcık’ı kolunun altına sıkıştırdı, meydanda döndü. “İyi kalbi rüzgâr nasıl sever ki?” diye mırıldandı. Tam o sırada, meydandaki çınarın altında bastonuna dayanmış Emine Nine göründü. Üzerinde renk renk işlemeli bir şal vardı. Kollarında file bir torba, içinde de elmalar, peynirler, marullar… Torbayı kaldırırken “Of of, azıcık da ağırmış,” dedi ve gülümsedi.

Deniz, oyun oynamak için koşmak isterken durdu. Pıtırcık’ın ipi elinde kıpırdadı sanki. Uçurtma rüzgârı sevdiği için mi böyle olmuştu? Deniz, Emine Nine’ye yaklaştı. “Nineciğim, isterseniz torbayı ben taşıyabilirim,” dedi.
Emine Nine’nin gözleri parladı. “Ah yavrum, ne iyi düşünmüşsün,” dedi. Deniz torbayı aldı. Yol boyunca Nine, köyün eskisini anlattı. “Ben gençken şu tepenin ardında gelincikler kırmızı bir deniz gibiydi. Koşardık, rüzgâr saçlarımızı tarardı,” dedi. Deniz başıyla dinledi. “Gelincik denizi mi?” diye hayretle sordu. Nine, “Evet,” dedi, “Rüzgâr bazen bir şarkı söyler, bazen de bir dileği taşır.”
Eve varınca Emine Nine, Deniz’e küçük bir kese verdi. Kesede yıldız gibi parlayan mavi bir boncuk duruyordu. “Bu, iyi niyet boncuğum,” dedi. “Kimseye göstermezsin ama iyi bir şey yaptığında sanki biraz ısınır.” Deniz boncuğu cebine koydu, gülümsedi. O an hafif bir rüzgâr esti, Pıtırcık’ın ipi elinde çınladı. “Fısırt fısırt,” dedi uçurtma sanki.

Ertesi gün Deniz, dere kenarından geçerken, Kemal Dede’yi gördü. Dede, dere üstündeki taşlara basarak karşıya geçmeye çalışıyordu. Bastonunu suya değdiriyor, “Bir, iki, üç,” diye sayıyordu ama bir türlü dengeyi bulamıyordu. Deniz, “Dede, elinizi tutayım mı?” diye seslendi. Kemal Dede, “Olur evladım,” dedi. Deniz, dede ile birlikte taşları sayarak adım attı. “Sakin, yavaş, birlikte,” dedi Deniz. Dede gülümsedi. “Sakin, yavaş, birlikte… Ne güzel söz,” dedi. Karşıya geçince, Kemal Dede cebinden minik bir tahta düdük çıkardı. Düdük bir yaprak şeklindeydi. “Bu düdük, sabırlı adımların sesi olsun,” dedi. Deniz düdüğü çaldı, “tülüüt” diye ince bir ses uçtu. Düğmenin yanında duran mavi boncuk sanki bir an daha da ısındı. Rüzgâr da Deniz’in saçlarına dokundu.
Deniz her gün okuldan çıkıp Pıtırcık’la oynar, kimseye görünmeden yeni öğrendiği düdüğü çalar, rüzgârı çağırırdı. Ama bu aralar rüzgâr hep nazlıydı. Bulut Şenliği yaklaşırken, Deniz düşünmeye başladı: “Rüzgâr, iyi kalpleri severse ben daha neler yapabilirim?”
Bir akşamüstü, çarşı başında Ayşe Nine, bankta oturmuş bir zarfı elinde tutuyordu. “Gözlüklerim buğulandı, torunumdan mektup gelmiş ama küçük harfler kaçıyor gözümden,” dedi. Deniz hemen yanına oturdu. “İsterseniz yüksek sesle okuyabilirim,” dedi. Ayşe Nine başıyla onayladı. Deniz mektubu, her kelimenin tadını çıkararak okudu. Torun, okula başlamış, öğretmenini seviyormuş, bir resim yapmış… Ayşe Nine’nin elleri titredi, yüzü genleşti, gülümsedi. “Çok yaşa, sesin de ne güzelmiş,” dedi. “Ben de sana şu düğmemi vereyim, masal düğmem bu. Nereye dikersen, orada bir hikâye filizlenir.” Deniz düğmeyi Pıtırcık’ın kuyruğundaki iple bağladı. Düğme parlayınca, Pıtırcık “fısırt fısırt” diye daha da neşelenir gibi oldu.

Bir gün, köyün uzak ucunda oturan Hasan Dede’nin bahçesinden geçerken, bir kapının menteşesi sızladı. “Gııııcç,” diye kulak tırmalayan bir ses çıktı. Hasan Dede kapıyı açıp kaparken yüzünü buruşturdu. “Ellerim artık hızlı değil, yağ da bitmiş,” dedi. Deniz, “Ben yağ getirip sıkayım,” dedi. Koştu, annesinden izin aldı, biraz yağ ve küçük bir bez aldı geldi. Kapıyı hafifçe kaldırıp menteşe yerlerine dikkatle sürdü. “Şimdi sürpriz,” dedi ve kapıyı açtı: “Gıcç” yoktu. Sanki kapı yeni uyanmış bir kedi gibi usulca “mırr” dedi. Hasan Dede güldü. “Bak sen şu işin güzelliğine,” dedi. “İşine sevgi katınca ses bile değişir.” O da Deniz’e ceviz büyüklüğünde parlak bir taş verdi. “Bu taş, sabır taşıdır. Elinde tutunca kalbin sanki daha dikkatli olur.”
Deniz, her yardım ettiğinde içinde bir ısınma duyuyor, Pıtırcık’ın ipi sanki daha sağlamlaşıyordu. Ama bazen Deniz de acele ediyordu. Ders çalışıp oyun oynamak, arkadaşlarıyla saklambaç, göl kenarında taş sektirmek… Bir gün, Sabriye Teyze şişelerini taşırken fısıldadı: “Evladım, şunları kapıya bırakır mısın?” Deniz önce duymazdan geldi. Topu kovaladı, kıkırdadı. Sonra bir an durdu. Pıtırcık’ın ipini avuçlayınca sıcak boncuğu hissetti. Geri döndü. “Şişeleri bırakayım mı?” dedi. Sabriye Teyze, “İşte budur,” dedi. “İnsan bazen oyunu bırakır, yüreğini alır.”
Bulut Şenliği’ne iki gün kalmıştı. Baharda ansızın bastıran bir yağmur gibi, köyün üstüne bir fırtına çöktü. Gökyüzü birden karardı. Rüzgâr uğuldadı. Ağaçlar eğildi. Şimşek çaktı, gök gürledi. Elektrikler gitti. Anneler pencereleri kapattı. Babalar saksıları içeri aldı. Deniz, pencereden dışarı bakarken Emine Nine’nin evinin ışığının yanmadığını düşündü. Ayşe Nine korkmuş olabilirdi. Kemal Dede dere kenarında değilse bile, tek başına olabilir kapısı iyi kapanmıyordu.


Deniz, kalbinin “tık tık” ettiğini hissetti. Pıtırcık, duvarda asılı, sanki ipi titredi. Deniz annesine gitti. “Anne, büyüklerimiz yalnız kalmış olabilir. Ben arkadaşlarımı çağırıp kapılarını çalabilir miyim? Kısa kısa bakıp döneriz,” dedi. Annesi, “Dikkatli ol. Sadece yakındaki evlere git, hava kötü,” dedi, bir de fener verdi. Deniz, iki arkadaşını çağırdı: Eylül ve Mert. Üçü beraber “Gökkuşağı Takımı” adını koydular. Deniz’in cebindeki boncuk ılım ılım ısındı. Pıtırcık’ın masal düğmesi, fener ışığında parladı.
İlk durak, Emine Nine’nin eviydi. Kapıyı tıklattılar. Nine, “Kim o?” diye seslendi. Deniz, “Biziz, yardıma geldik,” dedi. Emine Nine kapıyı açtı. “Soba sönmek üzere, odunlar ıslanmış,” dedi. Eylül, “Ben odunları getiririm,” dedi. Mert, “Ben sobayı tutuştururum,” dedi. Deniz, “Ben de çay koyarım,” dedi. Üçü küçük küçük iş bölümü yaptı. Birlikte çalıştılar. Soba yanınca Emine Nine, “Karanlıkta bir ışık oldunuz,” dedi. “Rüzgârın içindeki sıcaklık sizmişsiniz.” Üç arkadaş çıktıklarında fırtına sanki bir parça durulmuştu.
Sonra Ayşe Nine’nin evine gittiler. Ayşe Nine korkuyla battaniyeye sarılmış, penceredeki perdenin arasından yağmura bakıyordu. “Biraz masal ister misiniz?” diye sordu Deniz. Ayşe Nine gülümsedi. “Sen oku, ben dinleyeyim,” dedi. Deniz, masal düğmesini avuçladı, çocukken Ayşe Nine’nin büyükannesinden duyduğu masalı hatırladı: “Yıldızları cebinde taşıyan minik bir kız ile kaybolan rüzgârın arayışı…” Masalı anlattı. Ayşe Nine’nin gözleri parıldadı. “Bakın,” dedi Eylül, “Kedi.” Pencerede ıslak bir yavru kedi durmuş, titriyordu. Mert dikkatle pencereyi açtı, kediyi içeri aldı. Üzerine küçük bir havlu örttüler. Ayşe Nine’nin gülüşü evi ısıttı. “Masal ve bir kedi gece artık korkunç değil,” dedi.

Kemal Dede’ye uğradıklarında, kapının önünde saksılar devrilmiş, kapı aralıktı. “Dede!” diye seslendiler. Kemal Dede koridordan çıktı, “Ah evlatlar, rüzgâr kapımı çalana ben ayak uyduramadım,” dedi. Deniz kapıyı kontrol etti, menteşeleri sıkılayacak bir tornavida buldu. Mert saksıları dikti, Eylül dökülen toprağı süpürdü. Kemal Dede, eski bir şarkıyı mırıldandı. Üçü de eşlik etti. Şarkının sözleri rüzgârın içinden geçer gibi yumuşaktı: “Adım adım, yavaş yavaş, birlikte…”
Fırtına gece boyu sürdü. Ama köyde yalnız bir ışık değil, pek çok küçük ışık yandı. Gökkuşağı Takımı, Hasan Dede’ye uğrayıp kapılarını kontrol etti, Sabriye Teyze’ye bir çorba götürdü, uzakta oturan Fatma Teyze’ye torunu ile görüntülü konuşmayı başlattı, çünkü telefonunu nasıl açacağını bir türlü bulamıyordu. Deniz, “Şu düğmeye basın,” dedi. Ekranda torunun yüzü görünce, Fatma Teyze’nin gözleri doldu. “Sesini duymak bile iyi etti kalbime,” dedi.
Sabah olduğunda, güneş bulutların arasından yavaşça çıktı. Fırtına dindi, toprak mis gibi koktu. Etraf ıslaktı ama gökyüzünde incecik bir gökkuşağı vardı. Deniz, Eylül ve Mert, yol kenarındaki birikintilere basmadan, okula doğru koştu. Öğretmenleri, “Dün geceyi nasıl geçirdiniz?” diye sordu. Deniz el kaldırdı. “Biz bazı evlere baktık. Büyüklerimiz bazen yalnız kalıyor. Yardım edince ev ısındı sanki,” dedi. Öğretmen gülümsedi, “Yardım etmek bir evi değil, bir köyü ısıtır,” dedi.

Bulut Şenliği günü geldi. Meydan cıvıl cıvıldı. Herkes uçurtmasını alıp tepeye çıktı. Rüzgâr, yağmurdan sonra temizlenmiş havada hafif hafif esiyordu. Deniz, Pıtırcık’ı çözmeden önce küçük keseyi çıkardı, mavi boncuğa baktı. Düğmeyi yokladı, yaprak düdüğü üfledi. Pıtırcık sanki sabırsızlandı. Eylül ile Mert de uçurtmalarını hazırladı. Pıtırcık havalandı. Havalanırken, Deniz kalbinin içinde bir sıcaklık hissetti sanki dün gece dolaştıkları evlerin teşekkürleri hafif bir rüzgâra dönüşmüştü. Uçurtma hızla yükseldi, ipi Deniz’in elinde tatlı tatlı çekti. Eylül ve Mert’in uçurtmaları da göğe çıktı. Üç uçurtma, gökyüzünde birbirine selam ederek dans etti.
Tepeye Emine Nine ile Kemal Dede, Ayşe Nine, Hasan Dede ve daha pek çok yaşlı geldi. Hepsi bastonlarına, koluna girdikleri komşulara dayanarak yükseldi. “Bakın, Pıtırcık, gökyüzüne masal yazıyor,” dedi Ayşe Nine. Uçurtmanın kuyruğundaki düğme, güneşte parıldadı. Rüzgâr sanki şarkı söylüyordu. “Sakin, yavaş, birlikte…”
Meydanın öte yanında bir çocuk daha vardı, adı Kerem’di. Uçurtmasını bir türlü yükseltemiyor, ipi yerlerde dolaşıyordu. Kerem kaşlarını çattı, “Hadi ya!” diye bağırdı. Deniz yanına koştu. “İstersen yardım edebilirim,” dedi. Kerem biraz ayak sürüdü ama kabul etti. Deniz ipi gergin tutmayı, rüzgârla birlikte yürümeyi gösterdi. Pıtırcık’ın ipi Deniz’in bileğine sürtündü, sanki “Aferin,” dedi. O sırada Kemal Dede yaklaşmıştı. “Kerem evladım, uçurtmalar rüzgârla konuşur. Sen de kendin gibi rüzgârı dinle,” dedi. Kerem derin nefes aldı. Birlikte ipi saldılar. Kerem’in uçurtması da yükselmeye başladı. Kerem önce şaşırdı, sonra gülümsedi. “Teşekkür ederim,” dedi. Deniz, “Birlikte kolay,” diye karşılık verdi.

Şenliğin sonunda, köyün muhtarı küçük bir konuşma yaptı. “Dün gece fırtınada kapımı çalan küçük eller, bugün rüzgârı davet eden büyük kalpler oldular,” dedi. “Yaşlılarımız bizim hafızamızdır. Onlara yardımcı olmak, geleceğimizi onarmaktır.” Herkes alkışladı. Deniz, Emine Nine’nin yanına koştu. Nine, Deniz’in saçlarını okşadı. “Rüzgâr, iyi kalpleri sever demiştim. Bazen rüzgâr, bir teşekkür eder gibi eser,” dedi. O an tepenin üstünde sıcak bir meltem dolaştı. Uçurtmalar bir an aynı yöne eğilip selam verirmiş gibi oldular.
Günler haftalara karıştı. Işıksu’da yeni bir alışkanlık başladı. Her pazar öğleden sonra, çocuklar uçurtmalarını alır, bir saatlerini yaşlıları ziyaret etmeye ayırırdı. “Yardım Rüzgârı Saati” derlerdi buna. Kimisi alışveriş taşır, kimisi bahçeyi süpürür, kimisi bir mektup okur, kimisi telefon kurcalar, kimisi de sadece oturup dinlerdi. Çünkü bazen en büyük yardım, birini dinlemekti. Bir gün Deniz, Hasan Dede’nin dizinin dibinde oturdular. Dede, çocukken bir kervanla nasıl yolculuk ettiğini anlattı. Gözlerinde uzak ufuklar gezindi. Deniz, dinlerken masal düğmesi, sanki söylemek istediği başka hikâyeleri de kulağına fısıldadı. Bir başka gün, Ayşe Nine, yıldızların aslında çok uzak olduklarını ama geceleri sanki komşu kapısına kadar geldiklerini anlattı. Deniz göğe bakıp el salladı. “İyi geceler,” dedi yıldızlara.
Deniz, bir şey daha fark etti. Yaşlılara yardım ederken kendi içinde de değişen bir şey vardı. Sabırsız olduğu anlarda sabır taşı elinde huzurla duruyor, aceleci olduğu zamanlarda yaprak düdüğü ona “yavaş” diyordu. Mavi boncuk ise her türlü küçük iyiliği bir güneş ışığı gibi büyütüp kalbinde saklıyordu. Artık Pıtırcık’ı göğe saldığında, uçurtma sadece bez ve ip değil, paylaşılmış masallar, taşınmış torbalar, temizlenmiş gözlükler ve tutulan ellerle dolu bir bulut gibi yükseliyordu. Gökyüzü de sanki bunu anlıyor, bazen Deniz’e küçük bir sır fısıldıyordu: “İyilik, en sessiz rüzgârdır.”

Bir akşamüstü, gün nar gibi kızarmışken, Deniz, Pıtırcık’ı topladı, eve dönerken köy meydanından geçti. Meydandaki çınarın altında, Emine Nine ile Kemal Dede oturuyordu. “Gel yanıma,” dedi Nine. “Yardım etmenin sırrını söyleyeyim sana.” Deniz yanlarına oturdu. Emine Nine, “Yardım etmek, sadece bir yük taşımak değildir. Bazen bir göz olmak, bazen bir kulak olmak, bazen de bir gülüş olmak demektir,” dedi. Kemal Dede başını salladı. “Ve unutma,” dedi, “İhtiyaç sormadan uzatılan el, en güzel köprüdür. Ama sormak da gerekir: ‘İsterseniz yardım edebilirim’ demek inceliktir.”
Deniz, “İsterseniz yardım edebilirim,” cümlesini yavaşça tekrar etti. Bu cümle, dilinde bir şarkı gibi yer etti. O günden sonra Deniz, bir kapıdan geçerken, bir pazar torbası görünce, bir mektup duyunca ya da bir yüz endişeyle bulutlandığında, önce bu cümleyi sordu. Kimisi “Evet,” dedi, kimisi “Gerek yok” dedi. Ama Deniz, bilmeyi öğrendi: Herkesin ihtiyacı farklıydı ve yardım, karşılıklı bir gülüşle güzelleşirdi.

Sonunda, Işıksu’nun çocukları, büyükleriyle birlikte yeni bir şey yaptı. Köyün girişine küçük bir tabela astılar. Üzerinde minik bir uçurtma, bir kalp ve bir çınar resmi vardı. Altında da şu söz yazılıydı: “Bu köyde rüzgâr, iyi kalpleri sever.” Yoldan geçen her yabancı, bu tabelaya bakıp gülümsüyor, sonra köye girince birinin kapısını açmasına, birinin yükünü tutmasına, birinin de bir başkasını dinlemesine tanık oluyordu. Uçurtmalar, bu sözleri her gün gökyüzüne yazıyor, bulutlar gülümseyerek izliyordu.
Ve bir gece, Deniz yatağına uzandığında, cebindeki mavi boncuğu avucuna aldı, hafifçe sıktı. Boncuk sıcacıktı. Pıtırcık başucunda duruyor, kuyruğundaki masal düğmesi ay ışığında ışıltılı bir yol çiziyordu. Deniz gözlerini kapatırken, rüzgâr pencereden içeri girdi, odanın içinde usulca dolaştı. “Fısırt fısırt,” dedi. Sanki teşekkür eder gibi. Çünkü Deniz ve arkadaşları, köydeki rüzgâra yeni bir yol öğretmişti: Yaşlılara yardım eden kalplerin arasından esip, her evi ısıtmak. Böylece Işıksu’da herkes biraz daha mutlu, biraz daha güvenli, biraz daha umutlu yaşadı. Ve Pıtırcık, her uçuşunda, gökyüzüne tek bir cümleyi yazdı: “Birlikteyken rüzgâr daha güzel eser.”

Yorumlar (0)
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!