Büyücü Hikayesi

Büyücü

Abone Ol google news
Büyücü
Büyücü

Ömer Seyfettin’den Büyücü

Büyük Selahaddin, kendisinden aman dileyen Kudüs’ü aldıktan sonra hiç durmamıştı. Şam’da “Biraz dinlenelim!” istirhamında bulunan askerine: “Ömür kısadır. Ecelden emin değiliz!” cevabını verdi. Yayından çıkmış bir alevli ok şiddetiyle yabancı Avrupalıların haksız yere sahiplendikleri kasabalar üzerine atılıyor, müthiş nekkaplarıyla deldiği kaleleri hemen zapt ediyordu. Kurtularak Sur Kalesine kapağı atan halk düşmanı mutaassıpların adedi Avrupa’dan gelen imdatlarla çoğalıyor, milyonlara varıyordu, Ama artık İslam’ın yüzü gülmüştü. Yıllarca süren zulümlerin intikamı alınacaktı. Şam, her gün yeni bir fetih haberiyle seviniyor, camiler şenleniyor, Allah’a şükretmeye koşan halkı mabetler almıyordu. O vakit bu şehir, fasılalı, fakat mütarekesiz din muharebeleri yüzünden adeta bir Türk ordugâhına dönmüştü. Sıkışan halifelerin, ürkmüş emirlerin seyrek saflarını doldurmak için Turan’dan taşan “bahadırlar tufanı” sanki burada birikmiş, karar kılmıştı. Doğu tarafında kocaman bir Türk mahalle- si vardı. Kılıçla kalkanla, tolgayla, eyersiz atlar üzerinde gelenlerin çocukları Arapça öğrenip medreselerde alim oluyorlar, medeni bir zevk içinde, şiir, edebiyat, ticaret sahasında yaşıyorlardı. Doğan Bey de bunlardan biriydi. Babası, Alp Arslan’ın en eski kumandanlarındandı. Üç küçük kardeşini yirmi senedir görmemişti. Biri Kızıl Arslan’ın. biri Pehlivanoğlu Özbek’in, biri de Harzemşah Döğüş’üm ordusunda idi.

Kendisi hiçbir orduya girmemiş, gençliğini medresede geçirmiş, Dımışk’tan hiç ayrılmamıştı. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili büyük bir bahçenin ortasındaki harap evinde yalnız oturuyordu. Çoluk çocuğa karışmamış, kitaplarının üstünde ihtiyarlamıştı. İhtiyar bir hizmetçisi vardı. Yiyeceğini, içeceğini çarşıdan o taşırdı. Kendi dışarıya hiç çıkmaz, kimseyle görüşmez, kimseyle tanışmazdı. Ama bütün mahalle, hatta bütün şehir halkı yine onunla meşguldü:
“Ne yapıyor?”
“Herhalde ibadet değil!”
“Camilerde görünmez.”
“Niçin dışarı çıkmaz?”
“Evine kimseyi sokmuyor. Niçin?”
“Yapayalnız ne yapıyor?”
“.Ne yapacak acaba?” diyorlardı. Meraklarında biraz haklıydılar. Çok defa sakin, beyaz duvarların arkasından yerleri sarsan patlamalar duyulurdu. Çocuklar, kadınlar, gençler sokakta küme küme dururlar, sık fıstık ağaçlarının tepelerinden havaya tüten kırmızı, sincabî, mor, yeşil dumanları korka korka seyrederlerdi. Halkın telkininden kurtulamayan âlimler ve hiç yüzünü görmedikleri bu münzeviyel fahrî bir kin bağlamışlardı. “Katlinin vacip olduğundan” dem vuruyorlardı. Şehirde her felaketi onun uğursuzluğuna yormak âdetti. Kuraklığı, fırtınaları, yangınları, kavgaları, cinayetleri hep o “Büyücü Doğan” yapıyordu. Ahalisiyle selam sabah etmediği Dımışk’ın ruhunda, yıllar geçtikçe, Doğan dayanılmaz bir elem olmuştu.

Büyük küçük, herkes onu ayıplıyor, lanetler yağdırıyordu. Yanılıp da bir gün dışarı çıksa, muhtemelen üzerine atılıp parçalayacaklardı. En umulmaz zafer haberlerinin verdiği neşe bile, halka, Büyücü Doğan’ı unutturamadı. Selahaddin geldiği zaman, Emeviye Camiinin önünde bütün Dımışk toplandı. O namazdan çıkarken:
“Ey sultan! Bizi bu Büyücü Doğan’dan kurtar!” diye bağrıştılar. Selahaddin, hayatını cihatta geçirirdi. Yolu düştükçe uğradığı Şam’ın ahvalini iyice bilmezdi. Sarayına gelir gelmez yeğeni olan kaymakam Ferruhşah’ı huzuruna çağırdı: “Halkın istemediği bu Doğan kim?” diye sordu, Baalbek Emiri Ferruhşah, gerçi amcası kadar müthiş bir kahraman değildi. Ama amcasından daha adildi. Şairlere birçok kasideler yazdıracak derecede şeci, cömert, kerim bir zattı. Mefkûresi hak ile adaletti.
“Halka hiç ziyanı dokunmayan bir mutekif”
” cevabını verdi. “Sana, şimdiye kadar şikâyet ettiler mi?”
“Çok defa.”
“Niçin adaleti yerine getirmedin?”
 “Getirdim.”
“Ne ceza verdin?”
“Ceza vermedim. Tahkikat yaptım. Anladım ki, bu Doğan’ın hiçbir zararı dokunmamış. Aradım, halk içinde “Bana şunu yaptı’ diyen bir davacı çıkmadı.” “Öyleyse niçin yolumda, ‘Bizi ondan kurtar!’ diye bağırırlar?” Ferruhşah gülümsedi. Kaleler almasını, krallar esir etmesini, ordular dağıtmasını pek iyi bilen kahraman amcası halkın ruhuna yabancıydı.
“Sultanım!” dedi,
 “Bizi ondan kurtar diye bağırmaları, gördükleri bir zulümden, bir şerden değildir.”
“Ya nedendir?”
“Meraktandır.”

“Maksatları, bizi meraktan kurtar!’ demektir.”
 “Neyi merak ederler?” …. Ferruhşah, Doğan’ın yıllarca süren sessiz itikâfını, asaletini, gençken medresede kimya ilmiyle geometri ilmine çalıştığını, gayet derin bir âlim olduğunu, şimdi madde ile, yanar cisimlerle uğraşıp bilinmeyen şeyler keşfine savaştığını amcasına uzun uzadıya anlattı. Halkın mahiyetini bilmediği şeye kin bağlaması tabii idi. Bu zavallı adam, kırk senedir, merak ettiği bir noktaya ömrünü hasretmişti. İşte onu anlamaya çabalıyordu. Başka bir kabahati yoktu. Fakat Selahaddin: “Canına dokunmayalım. Buradan çekilip gitsin!” kararını verdi.
Vakıa o da büyüye, sihre inanmazdı. Ama halkın istemediği bir adamı şehirde bırakmayı, siyasete muhalif görüyordu. En önemsiz bir söylentiden kan, kavga, anlaşmazlık çıkabilirdi. Ferruhşah, o gün adamlarını ihtiyar Doğan’a gönderdi. Sultan’ın emrini tebliğ etti. Ertesi sabah, evinin önüne toplanan halk, büyük kapının açıldığını, yedeklerinde birer deve çeken iki ihtiyarın çıktığını gördü. Öndeki beyaz sakallı, kısa boylu, mavi gözlü adam Büyücü Doğan’dı. Birçok kişi ilk defa olarak görüyordu. Arkadaki, kambur hizmetçisi. Onu zaten tanıyorlardı. Savrulan küfürleri, lanetleri duymuyor gibi ikisi de yere bakarak yürüyorlardı. Çöle çıkan caddeden gittiler. Açık kapıdan halk bahçeye üşüştü. Bağırarak evin her tarafını aradılar. Fıçı fıçı neftlerden, şişe şişe renkli sulardan, türlü türlü tozlardan, ne olduğunu anlayamadıkları birtakım cetvellerden, pergellerden, geometri aletlerinden başka bir şey bulamadılar. Hepsini kırdılar, kopardılar, döktüler, dağıttılar, yıktılar.

Bir hafta geçmeden Büyücü Doğan unutuldu. Yıllarca onunla korkunç bir kâbus, uğursuz bir birsam gibi uğraşan Dımışk’ın mustarip ruhu sanki birdenbire rahatlamıştı. Ramazanda, ordusu ile Şam’dan çıkan Selahaddin, bir- kaç hafta sonra Safad’la Kevkeb’i de aman vererek aldı. Oranın ahalisini de Sur’a gönderdi. Beş altı sene içinde Irak’ta, Suriye’de hükmü altına girmeyen bir kale kalmadı. Ötede beride kalan mutaassıp güruhu aman istiyor, teslim oluyorlardı. İslam’ın bu parlak galebelerinden kederlenen Papanın yüreğine inmişti. Mukaddes Roma-Cermen imparatoru ile, Fransız Kralı Filip, Ingiliz Kralı Rişar, sonra Avrupa’nın bütün namdar şövalyeleri haç alametleri taktılar. Filip’le Rişar deniz yolu ile geleceklerdi. Sur, Avrupa’dan hıncahınç gelen imdatlarla o kadar doldu ki, kale bu kalabalığı almadı. Siyah bayraklı hadsiz hesapsız bir ordu Akka’ya doğru taştı, fışkırdı. Selahaddin, bu kara tufanın önüne yıkılmaz bir çelik kaya gibi çıktı. Bu kudurmuş canlı dalgaları kırdı. Sahrayı kırmızı, sakin bir denize çevirdi. Evet, birkaç saat içinde düşmanın on bin tanesini öldürdü. Geri kalanları esir etti. Ölüleri nehre attılar. Zira gömmek imkânı yoktu. Her taraf ceset dolmuştu. Nihayetsiz leş yığınlarının kötü kokusu havayı bozdu. Şanlı galip hastalandı. Kulunç illeti onu kımıldayamaz bir ıstırap yumağı haline soktu. Hekimler ölüm nehriyle kaplanmış bu er meydanının hemen terkine lüzum gösterdiler.

Selahaddin, Akka’daki askerine, “Ben hastalandım, iyi olmak için buradan uzaklaşmaya mecburum. Siz sebat ediniz! Korkmayınız! Yine geleceğim!” haberini gönderdi. Dünyayı titreten bu kahraman, sedye içinde kıvrana kıvrana Harube’ye gitti. Meydanı boş bulan mutaassıp Haçlılar, Akka’yı bütün kuvvetleriyle karadan, denizden sardılar. Bütün kış çarpışmalarla geçti. Mukaddes Roma-Cermen İmparatorunun ordusu ile Suriye’ye yaklaştığı söyleniyordu. Yaz gelince kulunçları geçen Salahaddin, yatağından kalktı. Atına bindi. Bir dakika durmadı. Cihada koştu. Yine eskisi gibi ordusunu “Te Ki san”da kurdu. Akka’yı saran hesapsız kuvvete her gün hücuma başladı. Haçlılar yılmıyorlardı. Her tarafa istihkâmlar kazmışlar, kuşatma ordusundan başka, arkalarını vuran Selahaddin’e karşı da, ayrı iki büyük ordu çıkarmışlardı. Artık Akka’yı kurtarabilmek ümidi sönüyor gibiydi. Frenkler, deniz yolu ile birçok sağlam keresteler getirmişler; kalenin üç köşesine altmış arşın yüksekliğinde, beşer tabakalı üç büyük burç kurmuşlardı. Burçların her tabakasında asker vardı. Gece gündüz kalenin siperlerine ok, ateş yağdırıyorlar, büyük hendekleri dolduruyorlardı. Selahaddin, atıyla muharip saflarının arkasındaki küçük tepeciklerde geziniyor, kalenin etrafında yükselen bu büyük burçlara bakarak dişlerini gıcırdatıyor:
“Ah gitti, ah gitti.” diyordu. Gerçi içeriden bu burçların üstüne neft, paçavra filan atıyorlardı. Ama hiçbirisi tutuşmuyordu.

Selahaddin şahin gözleriyle kalenin müdafaadaki hareketini görüyor,
“Acaba bu tahtalar niçin yanmıyor?” diye düşünüyordu. Bu merakını, o gün tutulan bir esir halletti: “Frenk mühendisleri kulelerin ahşap kısımlarını derilerle kaplamış, üstüne sirke, çamur, sonra bir takım yanmaz ilaçlar sıvamışlardı. Küçük, büyük, harple, amanla şimdiye kadar elli kale alan bu kahraman sevgili Akka’sının can çekişmesine dayanamıyor, geceli gündüzlü, az kuvvetleriyle bu çok düşmana saldırıyordu. Artık iki taraf da fütur getirmek üzereydi. Hırsından kıvranan Selahaddin, bir sabah burçların birisinin tutuştuğunu gördü. Gözlerine inanamadı. Atının üstünde doğruldu. Sağ elini gözlerine siper yaptı. Dikkatle baktı. Arkasındaki savaşçılara sordu:
“Tutuşuyor, değil mi?”
“Evet.”
“Birdenbire?” Alev içinde kalan burçtan müthiş bir vaveyla yükseli- yordu. Her tarafı birden ateş sarmıştı. Dördüncü, beşinci Dakikadan siyah noktalar yerlere atlıyordu. Diğer iki burçtaki Dunlar da ateş aldı. Salahaddin hemen kesin hücum emrim askerler de bağırarak kaçışıyorlardı. Yarım saat geçmedi,verdi. Ansızın iki ateş arasında ürken düşmanlar, mücahitlerin keskin kılıçları altında kırıla kırıla kaçtılar. Salahaddin, kıymetli kalesine girmedi.

Altındaki kemikleri görünen cesetlerle hâlâ cızırdayarak, fena bir koku çıkararak yanan yıkık burçların kömürleşmiş direkleri önünde atının dizginini kastı. Ordunun bir kısmı kaçıp kurtulanların arkasından gitmişti. Yaralılar toplanıyor, esirler bağlanıyordu. Huzurunda bugünkü zaferden sevinen yorgun kale kumandanına:
“Bu kuleleri biz yanmaz biliyorduk. Nasıl yaktınız?” diye sordu.
 “Evvela yakamadık sultanım! Melunlar, sirkeyle çamurla her tarafını sıvamışlardı. Kale içinde bir ihtiyar garip çıktı: ‘Bana istediğimi veriniz, bu burçları yakayım!’ dedi. Ne istedi ise verdim; neft, kireç, pamuk, kil.. Bir ay içinde üç bin tane humbara döktü. On beş gün de çalıştı, yedi oluklu, hiç görülmemiş bir mancınık yaptı. Bu sabah, ‘Artık işim bitti. İsterseniz yakayım!’ dedi. ‘Haydi yak!’ dedim. Yaktı.” Selahaddin merakla:
“Nasıl yaktı?” diye tekrar sordu.
“Burcun en dolusuna, bir anda, yaptığı tuhaf mancınıkla humbaralar yağdırmaya başladı. Her tarafı evvela mor bir alev kapladı. İçindekiler de tutuştu. Öbür burçlardaki düşman, korkusundan kaçmaya başladı. Biz de kapıları açtık. Arkalarına düştük.”
“Şimdi bu ihtiyar nerede?”
“İçerde.”
“Ne yapıyor?” “Kendine minnettar kalan ahalinin elleri üzerinde geziyor.”
“Sen ne mükâfat verdin?”
“Mükâfat kabul etmiyor. Ne verdimse reddetti.”
“Çabuk buraya getirt! Ben onu memnun etmek isterim.”

“Baş üstüne, sultanım!” ……. Al maşlahlı genç kumandan hızla uzaklaştı. Adamlarını kaleye koşturdu. Selahaddin, birkaç saat evvelki kanlı boğuşmalara sahne olan meydana bakıyor, direklerin arasında yanan cesetlerin keskin kokularından tiksiniyor, vücudunun her tarafında yine müthiş kulunç ağrıları duyar gibi oluyordu, Yarın, şüphesiz hava yine bozulacak, orduda hastalık başlayacaktı. Askerlerine, bütün ölüleri arabalarla denize taşıyıp atmalarını emretti. Liman da mutaassıpların elinden alınmış, Mısır’dan donanma tam vaktinde yetişmişti. Kalenin kapısından zafer, sevinç, şevk naraları savuran bir kalabalık çıktı. Selahaddin başını çevirdi. Elleri üstünde beyaz sakallı, küçük bir ihtiyar gördü. Akka’nın minnettar ahalisi, kendilerini ölümden, esirlikten kurtaran muhterem vücudu başlarında taşıyorlardı. “Ya Sultan! İşte bizi kurtaran!” diye bağrışarak yaklaştılar. Üstü başı perişan, siyah başlıklı, beli bükük bir ihtiyar… Yere ayaklarını basınca biraz doğruldu. Çok sıkılmış olduğu yüzünden belliydi. Sultan’ın arkasından, atlılar arasındaki Şamlılar bir ağızdan:
 “Büyücü!”
“Büyücü Doğan!”
“Büyücü Doğan bu!” diye haykırıştılar. Sonra, ansızın çöken derin bir sessizlik, bu hayreti daha beter ağırlaştırdı. Selahaddin, atından atladı, ihtiyara doğru birkaç adım attı:
“Doğan! Sana bir deve, yüz bin dinar, hem de bütün Kerk malikânelerini ihsan ettim. Daha ne istersen söyle! Emirlik, hâkimlik, ne istersen…” dedi.

“Ben bir şey istemem. ……. Sultan kalın kaşlarını çattı. Başını salladı: “Hizmetin büyüktür! Sen burçları yakmasaydın, Akka mutaassıpların eline düşecekti. Akka düşünce, biz İslamlar, Suriye’de tutunamayacaktık. Kudüs’ü bile bırakıp çöle çekilmeye mecbur olacaktık. Sen hepimizi bu felaketten kurtardın. Yalnız bizi değil belki bütün İslam’ı kurtardın. Bu mükâfata layıksın. Kabul et!” Ihtiyar, kafasını yukarı kaldırdı: “Ben bu hizmeti Allah rızası için yaptım. ödülümü ancak Allah’tan isterim!” dedi. Sonra sultanın cevabına meydan vermeden döndü. Yüksek sesle hükümdarlarından, kaleye hemen kendisinin emir tayin edilmesi için yalvarmaya başlayan Akkalıları göstererek ilave etti:
 “Yalnız beni bunların elinden kurtar!”

Andersan MasallarıAnadolu MasallarıHayvan Hikayeleri


Benzer İçerikler

Ömer Seyfettin Ruzname
Ruzname (Günlük) Hikâyesi
And
And Hikayesi
Ömer Seyfettin Vire Hikayesi
Vire Hikayesi
Bir Temiz Havlu Uğruna
Bir Temiz Havlu Uğruna Hikayesi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Masal Oku | © 2023, Tüm hakları saklıdır.