
Uzak bir ormanda, ağaçların dalları gökyüzüne uzanıp rüzgârın şarkısını fısıldadığı bir yerde, minik bir köy vardı. Bu köyde herkesin birbirine el uzattığı, neşenin hiç eksilmediği bir yaşam sürülürdü. Köyün en meraklı çocuğu 7 yaşındaki Elif’ti. Elif, her sabah erken kalkar, bahçedeki çiçeklerin bakımını yapar, sonra yaşlı komşusu Mehmet Dede’nin bahçesine uğrar, ona yardım ederdi. Mehmet Dede ona ormanda yaşayan hayvanlar, ağaçların sırları ve yıldızların hikâyeleri anlatırdı. Elif, bu güzel günlerden birinde bambaşka bir maceraya atılmak üzere olduğunu bilmiyordu.
Bir sabah, güneş henüz uyanırken Elif’in bahçesinde parlak bir taş belirdi. Taş, sıradan bir taş değildi: Güneş ışınlarını yansıtıyor, görenin içini bir sıcaklık kaplıyordu. Elif, heyecanla taşı aldıktan sonra, arkasından hafif bir mırıltı duydu. “Yardım et bana,” diyen ses, taşın içinden geliyordu. Elif önce şaşırdı, sonra taşı daha yakından inceledi. Taşın üzerinde minik bir kapı vardı kapıyı açınca içinden minik bir cüce çıktı. Boyu, Elif’in avucuna sığacak kadar küçüktü. Üzerinde renkli bir cüppe, başında uzun sivri uçlu bir şapka vardı.

“Merhaba,” dedi cüce, sesi neşeli bir zil sesi gibiydi. “Ben Pofuduk. Ağaç Krallığı’nın koruyucu cücesiyim. Ormanımız, karanlık bir büyü yüzünden giderek soluyor. Çiçekler sararıyor, kuşlar şarkı söylemeyi unutuyor. Bunu durduracak tek şey, En Güzel Gül’ün Yaprağı’ndan yapılacak şifalı çay. Fakat o yaprak, ormanın derinliklerindeki Zaman Şelalesi’nin ardında saklı. Ben kendi başıma gidemem, çünkü Şelale’nin fısıldayan suları, yolumu kaybettirir.”
Elif, Pofuduk’un gözlerindeki umudu görünce tereddütsüz yardım etmeye karar verdi. “Seni yalnız göndermem,” diye seslendi. Mehmet Dede’ye haber vermeye bile vakit bulamadan, Elif ve Pofuduk, ormanın derinliklerine doğru yola koyuldular. Ağaçların gövdeleri ne kadar kalınsa, dalları da o kadar sıklaşmıştı. Yürüdükçe ayaklarının dibinde minik sincapların koşuşturduğunu, gökyüzünde parlak tüylü bir baykuşun onlara baktığını gördüler.

Bir süre sonra büyük, eski bir meşe ağacının yanında durdular. Meşe’nin gövdesine oyulmuş eski bir yazı vardı: “Kendi yüreğine kulak ver.” Pofuduk okumakta zorlanınca Elif fısıldadı: “Kendi yüreğine kulak ver.” “Ne demek bu?” diye sordu Pofuduk. Elif düşündü: “Bence, ne yapman gerektiğini, en iyi yüreğin söyler. Korktuğun anlarda bile kalp en doğru yolu gösterir.” Pofuduk başını salladı ve “Haklısın!” diye sevinçle bağırdı. İkili, meşe ağacının etrafında dönerek gizli bir geçit keşfetti. Dalların arasından ışık süzülüyor, toprak altındaki merdivenlere yönlendiriyordu.

Merdivenler, yüzlerce basamak sonra, ışıltılı bir mağaraya ulaştırdı onları. Mağaranın tavanından damlayan suyun her damlası, zemindeki taşlarla çarpışıp pırıl pırıl bir melodi çalıyordu. Pofuduk nazikçe fısıldadı: “Burada, Şelale’ye yakın bir yerdeyiz.” Elif, cesaretle mağaranın içine doğru devam etmek isterken bir anda yer sallandı. Duvarlardan minik taşlar düşmeye başladı. Elif, Pofuduk’u korumak için üzerlerine doğru inen kaya parçasını itekledi ve ikisi sarsılsa da zarar görmeden durdular. Pofuduk, ‘’Demek bu da sabır ve cesaret sınavıydı’’ dedi. Elif gülümsedi: “Evet, pes etmeyip birbirimize güveniyoruz.”

Mağaranın sonunda, ışık şafak söküyormuş gibi parıldayan Zaman Şelalesi belirdi. Şelalenin akışı öyle huzur vericiydi ki dinleyen bir anda tüm yorgunluğunu unutuyordu. Ama şelalenin önünde dev bir kapı duruyordu. Kapının üzerindeki semboller, sadece iyilik kapısına uygun kalplerin açabileceği bir şifre gibiydi. Elif ve Pofuduk, kapı önünde durup düşündüler. Zaman Şelalesi’nin suyu, kalp atışlarını dinliyor, gerçek bir dilek taşıyıp taşımadıklarını anlıyordu.

Elif, gözlerini kapadı ve içten bir dilek tuttu: “Ormandaki hayat yeniden canlansın, herkes mutlu olsun.” Pofuduk da sımsıkı gözlerini kapadı ve en derin dileğini söyledi. Bir anda kapı sessizce açıldı. İkili, içeri girip şelalenin dibindeki küçük adacığa ulaştı. Orada, altın renginde tek bir gül duruyordu. Taç yaprakları ince ince çizilmiş, parlak damlalarla süslüydü. Elif, yaprağı alırken Pofuduk’un titrediğini gördü. “Ürküyor musun?” diye sordu. Pofuduk, “Çok önemli bir görev bu,” dedi. Elif nazikçe gülü koparmadı parmak uçlarıyla bir yaprak özenle ayırdı.

Tam o anda şelalenin gür sesi, etraflarını bir sis bulutuyla sardı. Elif yaprağı elinde sıkıca tutarken, Pofuduk okkalı bir nefes aldı: “Şimdi geri dönmeliyiz, ama sis yolu kaydırıyor.” Elif, meşe ağacının verdiği öğüdü hatırladı: “Kendi yüreğine kulak ver.” Sessizce kıpırdamadan derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı ve adımlarını kalp atışlarına uyumlu bir ritimde attı. Birkaç dakika sonra sis dağıldı ve ikisi mağaradan dışarı çıktı.

Ormana döndüklerinde, çiçekler hâlâ solgundu, kuşlar şarkı söylemiyordu. Elif, Pofuduk’la birlikte en kısa yoldan dönerken, komşularına haber vermeyi düşündü. Köye vardıklarında Mehmet Dede ve diğer köylüler meraklı gözlerle onları karşıladı. Elif, Pofuduk’u Mehmet Dede’nin yanına götürdü. Pofuduk, büyük cömertlikle tek yaprağı Mehmet Dede’nin sıcak ellerine bıraktı. Mehmet Dede, yaprağı dikkatle kaynatmaya başladı. İçinden çıkan mis gibi koku, tüm köyü sardı.

Herkes birer yudum aldı. Sanki uzun bir kışın ardından gelen ilk bahar kadar ferahlatıcı, en sıkıntılı kederleri bile yumuşatan bir şifa gibiydi. Canlanan çiçekler, dallarında cıvıldayan kuşlar, neşe içinde dans eden kelebekler… Orman bir anda rengârenk bir rüyaya dönüştü. Elif, Pofuduk’a dönüp gülümsedi: “Başardık!” Pofuduk omuz silkti: “Asıl kahraman sensin. Cesaretin, kararlılığın ve başkalarını da düşünmen sayesinde oldu.”

O günden sonra Elif, her bahar mevsiminde ormana gidip Zaman Şelalesi’nin önünde durup kendi yüreğine kulak vermeyi hiç unutmadı. Köydeki herkes ise paylaşmanın, cesaretin ve kalpten gelen iyiliğin ne kadar güçlü olduğunu hiçbir zaman hatırladı. Orman, sonsuza dek bu öğütlerle yeşerdi, kuşları hep şarkı söyledi, çiçekler hep gülümsedi. Ve masal burada mutlu bir sonla bitti: Çünkü gerçek cesaret, kalpten gelen minik bir adımda saklıydı.
Yorumlar (0)
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!