
Bir varmış, bir yokmuş… Uzak diyarlardan, yemyeşil ormanları, rengarenk çiçekleri, şırıl şırıl akan dereleri ve kuş cıvıltılarıyla ünlü Mutluluk Krallığı adında bir toprak varmış. Bu krallığın hemen hemen her yanı neşeyle dolup taşarmış insanlar birbirlerine yardım eder, hayvanlar özgürce koşar, ağaçlar kuşlara gölge yaparmış. Krallığın en cesur ve yardımsever insanlarından biri de, minik kalplerin bile kolayca hayran kalacağı, genç ve akıllı bir prensmiş. Bu prensin adı Emir’miş. Emir, krallığın en güzel şatosunda, pencerelerden içeri süzülen altın sarısı güneş ışıkları eşliğinde büyümüş. Annesi ve babası, Emir’e dünyayı sevgi, saygı, paylaşma ve anlayışla keşfetmeyi öğretmişler. Onlar, Emir’in kalbindeki iyiliğin, öğütlerin ve bilgelik dolu sözlerin tüm insanlara ışık tutacağından emindikleri için, prensin yaşamına her daim güvenle bakarlarmış.
Emir, küçüklüğünden itibaren doğaya ve hayvanlara büyük ilgi duymuş. Şatonun geniş bahçesinde rengarenk çiçekler arasında oynarken, kelebeklerin nazlı danslarına hayran kalır, kuşların melodik şarkılarını dinler, çimenlerin üzerinde sevinçle zıplarmış. Doğa ona, “Merhaba, küçük dostum! Bugün benimle maceraya ne dersin?” diye fısıldarmışçasına gülümsermiş. Emir’in annesi de ona, “Unutma evlat, doğa senin en büyük öğretmenin. Onun sesini, güzelliğini ve aklını kullanmayı öğrenirsen, gerçek bilgelik senin olur” dermiş. Bu sözler, Emir’in kalbinde kök salar, ona ilham vermiş.
Bir gün, Emir, sarayın bahçesinde gezinirken, yaşlı ağaçların arasında sakince oturmuş bilge bir kaplumbağa ile karşılaşmış. Bu kaplumbağanın adının Bilgeymiş. Bilge, ince yüz hatları ve derin bakışlarıyla, sanki yüzyılların sırrını içinde saklıyor gibiydi. Emir, merak içinde kaplumbağaya yaklaşmış, “Merhaba Bilge Kaplumbağa! Seninle tanıştığıma çok memnun oldum. Bana nereler keşfedilmeye değer, hangi yollar öğrenilmeye değer dersin?” diye sormuş. Bilge kaplumbağa yavaşça başını sallamış ve, “Sevgili prensim, her yolculuk insanın kalbinde başlar. Doğanın dilini anladığın sürece, karşına çıkan her engeli aşarsın. Bugün sana, dünyanın dört bir yanında saklı kalmış bilgeliğin ve iyiliğin izini süreceğin bir macerayı anlatmak istiyorum.” demiş.

Emir, bilgisinin sözleriyle yüreğinde heyecan kıpırdamış. Kısa süre içinde, sarayın belirli yerlerinden aldığı konukseverlik ve misafirperverlik dolu mesajlarla hazırladığı küçük bir sırt çantasını toplamış. Bir parça ekmek, biraz peynir, su ve yanında getirdiği illüstrasyonlarla dolu masal kitapçıkları ile yola koyulmuş. Amacı, krallığın dışındaki dünya ile tanışmak, farklı canlıların yaşadığı yerleri görmek ve onların hikayelerinden ilham almaktı.
İlk durağı, krallığın hemen dışında uzanan, muhteşem çiçek tarlaları ve incecik dere kenarlarının süslediği Doğa Vadisi olmuş. Buraya vardığında, Emir’in aklı gözünde büyük bir neşe belirmiş. Doğa Vadisi’nde, kelebeklerden, arılardan, bülbüllerden ve minik tavşanlardan oluşan bir orkestra çalıyormuşçasına hayat dolu bir atmosfer vardı. Orada, yaşlı ve bilge bir sincap olan Narçiçek ile tanışmış. Narçiçek, dürüstlüğün, çalışkanlığın ve sevginin simgesiymiş. Emir, Narçiçek’e, “Sevgili sincap, bana buranın en değerli sırrını anlatır mısın?” diye sormuş. Narçiçek, gözleri parıldayarak, “Burada, her bitkinin, her canlının, en küçük zerresine kadar bir amacı olduğunu unutmamalısın. Doğa, her varlığa bir görev yükler. Eğer sen, kalbinde taşıdığın iyiliği ve bilgeliği çevrene yayarsan, sen de bu güzelliklerin bir parçası olursun” diye cevap vermiş.
Emir, Narçiçek’in sözlerini kalbine kazımış ve vadide yürürken etrafındaki her canlıya meraklı gözlerle bakmış. Her adımında, arkasında bıraktığı küçük izlerin değeri olduğunu fark ederek yürüme iradesini pekiştirmiş. O sırada vadinin kenarında, ufak bir tavşan yavrusu, titreyen ses tonuyla, “Lütfen, bana yardım eder misin? Annemi bulamadım,” demiş. Emir, hemen yardımına koşmuş. Küçük tavşanı nazikçe kucaklayıp, “Merak etme, seni annene ulaştıracağım,” demiş. Tavşan yavrusuyla birlikte ormanın derinliklerine doğru yürümeye başlamışlar. Yürüyüşleri sırasında Emir doğanın, yaşamın dengesini anlatan, hepimizin birlikte var olduğumuz dünyayı keşfetmiş. Tavşan küçük, annesinin sesini işittiğinde, sevinçle sıçramış annesi, tüm endişeleri unutturacak sıcaklığıyla onun yanına koşmuş. Emir, bu küçük ama anlamlı buluşmadan sonra içini derin bir mutluluk kaplamış. Çünkü yardım etmek, insanın kalbini aydınlatan en değerli armağanlardan biriymiş.

Yolculuğuna devam eden Emir, bir sonraki durağı olarak, rengârenk çiçeklerin arasından geçerek, minik dere kenarındaki Sevecen Şelale’ye varmış. Şelalenin suyu berrak ve melodik bir şekilde düşerken, su damlaları sanki gökkuşağını andırırmış. Bu büyülü yerde, Emir, çevresindeki doğanın sesine rüzgarın yapraklarla dansını, suyun melodisini, kuşların uyumlu cıvıltısını kulak vererek, yüreğini dinlemiş. O sırada, su kenarında oynayan minik su perileri belirmiş. Bu su perileri, neşeleri ve hafif adımlarıyla oraya sevgi getirmiş. Onlardan biri, Emir’e doğru süzüldü ve nazikçe, “Sevgili Prens, senin yüreğinde taşıdığın sevgi, bizim dünyamızda da yankılanıyor. Seninle beraber bu diyarın sırlarını paylaşmak istiyoruz,” dedi. Emir, şaşkınlıkla su perilerini izlerken, “Ben de senin gibi, doğayı ve birlikte yaşamı daha iyi anlamak istiyorum. Bana öğretebilir misiniz?” diye sordu. Su perileri, Emir’e gülümseyerek, “Tabii ki, senin içindeki saf ve temiz sevgi, bizim de dünyamıza ilham veriyor. Gel, suya dokun, dinle ve öğren,” dediler. Emir, ellerini suya daldırdığında, sanki suyun her zerresi ona doğanın dilini fısıldıyordu. O an anladı ki, doğanın her sesi, her sesiyle bir ders barındırıyordu. O gün, Emir, doğanın bize sunduğu güzellikleri, sabrı, azmi ve sevginin gücünü kelimelerle ifade edilemeyecek biçimde kavramıştı.
Gün batarken, Emir, kalbinde taşıdığı tüm bu deneyimleri düşünerek, yoluna devam etmek üzere oradan ayrıldı. Yolculuğu henüz yeni başlıyordu çünkü daha keşfedilmeyi bekleyen, dünyayı aydınlatan pek çok değerli ders vardı. Ertesi sabah güneşin ilk ışıklarıyla birlikte, Emir, dağların ardında saklı olan Bilgelik Ormanı’na gitmeye karar verdi. Bu orman, efsanelere göre, her ağacın, her yaprağın içinde binlerce yıldır özgürce yaşayan bilgilerin saklı olduğu, konusuz ama derin hikayeler anlatan bir yerdi. Emir, ormana girerken adımlarını dikkatli atmış çünkü orada, her şeyin, her canlının bir anlamı ve bir yeri vardı. Yürürken, ağaçların arasında dalgaların attığı gibi parlayan minik ışıltılar görmüş, rüzgarın sesiyle fısıldayan eski hikayeleri duymuştu. Kimi ağaçlar yosunlarla kaplanmış, kimi dallarında kuş yuvaları kurulmuştu. Her biri, doğanın sonsuz döngüsünü anlatan birer öğretmendi.
Ormanın derinliklerinde, Emir, yerin altından fısıldayan esrarengiz bir melodi duymuş. Bu melodi, kulağına bir masal dili gibiydi. Yavaşça peşinden gitmiş ve karşısına, dalların gölgesinde huzurla oturmuş yaşlı bir baykuş çıkmış. Baykuşun adı Gökbilmiş. Gökbil, derin bilgeliğini Emir ile paylaşmaya hazır görünüyordu. Emir, “Sevgili Gökbil, bana doğanın sırrını, bu ormanın sessiz fısıltılarını ve bilgelikleri anlatır mısın?” diye sormuş. Gökbil, yavaşça kanatlarını açarak, “Ey cesur prens, doğa sana yalnızca varlıklarını değil, aynı zamanda yaşamın inceliklerini de öğretir. Tıpkı senin büyüdükçe öğrendiğin gibi sevgi, sabır, anlayış ve yardımlaşma gibi değerler, dünyamızın en değerli hazineleridir. Her zorluk, bir ders saklar her engel, sana yeni bir yol açar. Unutma, her adımında senin yüreğinde taşıdığın iyilik, evrenin sırrını çözer,” demiş. Emir, bu sözler karşısında hayran kalmış, “Öyleyse bana, sevgili Gökbil, doğanın dile getirdiği bu sırrı nasıl daha iyi anlayabileceğimi öğretir misin?” diye sormuş. Gökbil, “Öncelikle, çevrende her şeyin birbirine bağlı olduğunu görmelisin. İyilik, tıpkı bir nehrin kaynağından denize akması gibi, hayatın her köşesine yayılır. Sen de hayatın bu engin akışına kendini teslim et, sabırlı ol, her zaman dinle, gözlemle ve öğren,” diye öğüt vermiş.

Gökbil’in bilgece sözleri, Emir’in özündeki merakı daha da alevlendirmişti. O, kendi içindeki güce inanarak, her türlü zorlukla başa çıkabileceğini fark etti. O andan itibaren, ormandaki her canlı ona kendini bir öğretmen gibi sunmaya başlamıştı. Ufak bir sincabın, “Dağın doruğunda, güneşin ilk ışığıyla açan nar çiçeklerini görmelisin. O nar çiçekleri, sabır ve umudun sembolüdür,” demesi, minik bir kirpi, “Kendi küçük dünyanda, çevrene nazik olmalısın her dostluğun küçük bir çiçek gibi özenle bakılması gerekir,” sözü… Hepsi Emir’in kalbine işledi.
Günler birbirini kovalarken, Emir, Bilgelik Ormanı’nda pek çok değerli ders aldı. Öğrendi ki bir ağacın meyve vermesi, onun ne kadar istemeden çevresine güzellik yaymasından değil, köklerini toprağa ne kadar sağlam bağladığından kaynaklanmaktaydı. Küçük hayvanların birbirlerine olan desteği, birlikte hareket edip zorlukları aşmanın ne kadar önemli olduğunu anlatıyordu. Her biri, doğanın dilinde kendi hikayesini fısıldıyordu. Emir, bu dersleri kalbine işleyip, şatonun avlusuna geri döndüğünde, artık sadece kendisi için değil, tüm krallık için yeni fikirler, yeni hikayeler getireceğine inanıyordu.
Şatoya dönerken, yolda, rengarenk tüyleriyle uçuşan sevimli kuşlardan biriyle karşılaştı. Kuşun adı Neşemsi idi. Neşemsi, “Sevgili Prens, senin maceraların sadece senin için bir öğrenme yolculuğu değil, aynı zamanda krallığımıza da umut ve ilham olacak. Bilgi ve iyilik paylaştıkça, kalplerimiz aydınlanır,” diyordu. Emir, Neşemsi’nin bu sözlerine kendini çok yakından hissetti. Artık anlıyordu ki her insan, her can, her çiçek, hatta rüzgar ve yağmur dahi, yaşamın her türlü rengini, güzelliğini paylaşmalı ve birbirine yardım etmeliydi.

Krallığa geri döndüğünde, Emir sarayın bahçesinde yalnızca güzel oyunlar oynamakla kalmayıp, aynı zamanda öğrendiği dersleri çevresindeki herkese anlattı. Onun sıcak gülüşü, içtenliği ve bilgeliği, arkadaşlıkları güçlendirmiş, küçük kalplerde sevgi çiçeklerini açtırmıştı. Emir, her sabah uyanır uyanmaz, pencereden dışarı bakar, “Bugün hangi canlı, hangi ağaç bana yeni bir ders verecek?” diye heyecanla düşünürdü. Ve bazen, sarayın çevresinde birlikte oynadığı küçük arkadaşlarıyla, “Doğa Dedikoduları” adını verdikleri oyunlar oynarlardı. Bu oyunlar sırasında hep birlikte, doğanın diliyle konuşur, minik görevler alıp çevrelerindeki güzellikleri korumak için çalışırlardı.
Bir gün, krallığın en yaşlı ve bilge insanlarından biri olan Dede Narin, sarayın avlusunda toplanan çocuklara, “Gerçek güç, cesaretin ya da kuvvetin kaynağı değil sevginin, anlayışın ve paylaşmanın gücündedir. Unutmayın, en küçük yardımlar bile başkalarının dünyasını değiştirebilir,” diye öğütler vermiş. Emir bu sözleri duyduğunda, içindeki iyilik ve öğrenme arzusu katlanarak artmıştı. Çünkü ne çok şey biliyor, ne de tüm dünyanın sırlarını kavrayan biri olsaydı ancak birlikte yaşadıkları dünyada, küçük adımlarla büyük değişiklikler yapabileceklerine inanıyordu.
Günlerden bir gün, krallıkta beklenmedik bir olay yaşanmış. Sarayın hemen dışında, büyük ve görkemli bir çınar ağacı, rüzgara yenik düşerek devrilmişti. Bu çınar, yüzyıllardır rüzgârın ve fırtınanın ardından dimdik ayakta duran, krallığın simgesi gibiydi. Ancak şimdi, devrilmiş çınar, çevresine hüzün saçıyordu. Emir, bu olayı fark edince, hemen yardım ederken bulduğu insanlarla birlikte, devrilen ağacın etrafında toplanmıştı. Çocuklar, hayvanlar, yaşlılar herkes endişeyle ağacın yanındaydı. Emir, “Hepimiz bu çınarın ne kadar değerli olduğunu biliyoruz. Gelin birlikte ona yeniden destek olalım. Bizim yardımla, doğa yeniden ayağa kalkar,” diyerek, insanlara ve hayvanlara moral vermeye çalıştı. Herkes el birliğiyle, çınarın etrafına destek çubukları yerleştirdi, toprağı biraz daha sıkı sardı. Emir de çınarın en altına gidip, “Canım dostlar, senin köklerin, bizim umutlarımız kadar sağlam olsun,” diyerek ağaçla konuşur gibi onunla ilgilendi. O gün, herkes anladı ki, doğanın da tıpkı bizler gibi zaman zaman yardıma ihtiyacı var ancak birlikte hareket ettiğimizde, her engeli aşabiliriz. Bu olaydan sonra, krallıkta, empati, yardımlaşma ve doğaya sevgi besleme daha da önem kazandı. Her çocuk, her yetişkin, doğanın bir parçası olduklarını, onun koruyucusu olduklarını daha iyi kavradı.

Birkaç ay sonra, Emir’in şatonun hemen dışında küçük bir okul açma fikri ortaya çıktı. O, öğrendiği her şeyi, edindiği her tecrübeyi, birlikte yaşamanın erdemlerini çocuklarla paylaşmak istiyordu. Okul, “Sevgi ve Bilgelik Okulu” adını taşıyordu. Burada, minik öğrenciler oyunlar oynayarak, hikayeler dinleyerek, doğayı kucaklamayı, hayvanları sevmeyi, ağaçların ve bitkilerin değerini öğreniyordu. Emir, sınıfta otururken, “Bakın çocuklar, bu ağaç neye benziyor? Yuva yapmak için mi, yoksa birlikte büyüyüp, göğe uzanmak için mi?” diye sorular soruyor, çocuklar da “Hep birlikte güçlüyüz, hep birlikte büyürüz,” diye cevap veriyordu. Bu okulda, yalnızca bilginin değil, sevginin, sabrın ve paylaşmanın da temelleri atılıyordu. Her gün, küçük kalplerin yüzünde bir tebessüm, gözlerinde yeni umutlar doğuyordu. Emir, her akşam okula gidip, “Bugün öğrendiğiniz en güzel ders neydi?” diye sorar, çocukların anlattıkları hikayelerden ilham alırdı. Böylece, çocuklar yalnızca okudukları kitaplardan değil, aynı zamanda yaşadıkları deneyimlerden de öğrenmenin ne kadar önemli olduğunu keşfetti.
Zamanla, Sevgi ve Bilgelik Okulu, krallığın dört bir yanından gelen ziyaretçilerle dolup taşmaya başladı. İnsanlar, orada öğrenilen derslerin, birlikte yaşamanın ve doğayı korumanın ne kadar değerli olduğunu anladı. Emir’in küçük yüreği, krallığın dört bir yanında umut tohumları ekerken, herkes kendi içindeki iyiliği keşfetmeye başladı. Emir, sadece bir prens değil, aynı zamanda sevgiyle dokunan, bilgeliğiyle ışık saçan, çevresine ilham veren bir lider olmuştu. O, hiçbir zaman güç gösterişi peşinde koşmamış, aksine içtenlikle, her cana dokunarak, doğanın ve insanlığın uyumunu yeniden inşa etmişti.
Günler, aylar, mevsimler geçtikçe, Mutluluk Krallığı eski neşesine kavuşmuş, her köşe başından sevgi, dayanışma ve saygının sesi yükselmişti. İnsanlar ve hayvanlar, artık birbirlerinin yardımına koşar, doğaya özen gösterir, her zorluğu birlikte aşmaya çalışır olmuşlardı. Emir, krallığının dört bir yanında gezip, öğrendiği yeni şeyleri dinleyerek, her sabah “Bugün yeni bir umut, yeni bir ders var” diyerek güne başlardı. Her adımında, her bakışında, içindeki sevgi ateşi daha da güçlenirdi. O, artık sadece bir prens olarak değil, aslında tüm yaşamın öğretmeni, küçük kalplerin keşif rehberi haline gelmişti.

Bir gün, krallığın en yüksek tepesine konumlanmış bir çınarın altında, Emir yalnız başına otururken, uzaktaki dağların ardında parlayan gün batımını izledi. Gözlerinde, geçmişin öğrettikleri, kalbinde ise geleceğin umutları vardı. O anda, yanında bir grup çocuğun neşeyle koştuğunu, güldüğünü, sevinçle oynadığını gördü. Bu manzara ona, hayatın gerçek anlamını hatırlattı: Birlikte yaşamak, birlikte öğrenmek, birlikte evrenin sırlarını paylaşmaktı. Çocuklardan biri ona doğru koştu, elinde küçük bir çizim defteri vardı ve “Prens Emir, ben bugün ağaçlarla konuştum, onlar bana sabrın sırrını anlattı. Seninle bu sırrı paylaşmak istiyorum,” dedi. Emir, o çocuğun sözlerinde kendi geçmişini, yolculuğunu ve öğrendiği dersleri buldu. O an anladı ki bilgeliğin ve sevginin, nesilden nesile aktarıldığı, hiçbir zaman unutulmayacak bir hazine olduğu gerçeğiydi. Çocukların yüzündeki saf mutluluk, onun kalbinde yepyeni umutlar yeşertti.
Artık krallıkta, hiçbir sorun ağır gelmiyor, hiçbir keder kalpleri sarmıyordu. Çünkü herkes, doğanın dilini anlamış, her cana sevgiyle yaklaşmanın gücünü keşfetmişti. Emir de, her akşam yıldızlara bakarak, “Bugün, doğa bana yine güzel bir ders verdi,” diye fısıldar, minik kalbinin dinginliğiyle uykuya dalardı. O, hayatın her anında, doğanın ve insanın birbirine duyduğu sevginin, bilgeliğin ve yardımlaşmanın en değerli hazineler olduğunun farkındaydı. Ve krallık, bu sevgiyle, bilgelikle, paylaşmayla dolu masallarla yaşamaya devam etti.
Yıllar geçmiş, umut dolu günlerin anıları krallıkta öylesine derinleşmiş ki, her yeni nesil, Sevgi ve Bilgelik Okulu’nda öğrendikleriyle büyümüş, her köşe başında birbirine yardım eden, doğaya saygı duyan bireyler haline gelmişti. Emir, artık eskisi kadar genç değildi fakat yüzündeki sıcak gülümseme, kalbindeki saf sevgi, tüm krallığa örnek olmuştu. O, hep insanlara, “Hayat, küçük iyiliklerle, paylaşılan sevgilerle, birlikte büyüyen umutlarla dolu bir masaldır” demişti. Artık krallığın sınırlarını aşan, uzak diyarları bile, bu masalın yankısını duymuş, insanlara ve doğaya yeniden ilham vermişti.

Ve böylece, Mutluluk Krallığı, sadece bir yer olmaktan çıkıp, kalplerde yaşayan bir hikayeye dönüşmüştü. Emir’in hikayesi, her çocuk tarafından yeniden dile getirilmiş, nesilden nesile aktarılmıştı. Her satırında sabrın, bilgeliğin, birlikte yaşamanın, doğayı korumanın ve iyiliğin büyüleyici gücünün işlendiği bu masal, aslında hepimizin kalbinde saklı kalan bir umut ışığına benziyordu.
Artık insanlar, yaşadıkları her anı, küçük mucizelere ve öğretilere şükrederek geçirmeye başlamıştı. Her sabah güne “Merhaba doğa, merhaba yaşam!” diye başlayan krallık halkı, birbirlerine destek olup, zorlukların üstesinden gelme gücünü, doğanın engin sevgisinde bulmuştu. Emir’in kurduğu Sevgi ve Bilgelik Okulu, hem küçüklerin hem de büyüklerin kalplerinde, sevgiyle örülü bir geleceğin teminatı olmuştu. O, hiçbir zaman bir güç gösterisi peşinde koşmadan, tüm kalbiyle doğanın ve insanın uyum içinde yaşamasını, birlikte öğrenerek büyümesini sağladı.
Sonunda, gökyüzü maviliklerle bezilirken, Emir, artık hayatın en güzel dersini öğrenmişti: Gerçek mutluluk, zenginlik veya yüce makamlarda değil kalpte taşıdığın sevginin, her canlıya gösterdiğin anlayışın, doğaya karşı beslediğin saygının sonucudur. O, kamusal bir şölen gibi, her günde yeni umutlar ve neşeler getiren bir yaşam inşa etti. İnsanlar ve hayvanlar birlikte oynar, birlikte öğrenir, birbirlerinin hayatlarına dokunarak, adeta herkesin kalbine bir sevgi tohumunu ekerlerdi.

Ve masal, sevgiyi, bilgeliği, doğayı, yardımlaşmayı ve birlikte yaşamanın güzelliğini anlatan tükenmez bir öykü olarak, sonsuza dek Mutluluk Krallığı’nın her köşesinde yankılanmaya devam etti. İşte bu yüzden, Prens Emir’in hikayesi, küçük kalplerin masal defterlerinde altın harflerle yazılmış, mutlu sonla biten, paylaşılan her hikayede yeniden canlanan, gerçek hayatın kendisiydi. Her çocuğun gözünde bir yıldız, her yetişkinin kalbinde bir umut, ve her canlının yaşamında sonsuz sevgiyi fısıldayan bu masal “Merak etme, sevgili dostum! Hayat her daim yeniden başlar, doğa her daim seninle konuşur, küçük ama güçlü kalbin aslında evrenin en büyük sırlarını saklar,” diyerek mutlu sonla noktalanırmış.
Ve böylece, Mutluluk Krallığı halkı, her sabah güneşin ilk ışıklarıyla birlikte uyanıp sevgi, anlayış ve birlikte var olmanın güzelliğini kutlayarak, yaşamın her anını bir başka macera, bir başka öğrenme deneyimi haline getirip, masallarında hep yanında taşıdıkları Emir’in öğretileriyle dolu, umut dolu bir gelecek inşa etmişler. Sonunda, Emir’in hikayesi, kimseye masalın sadece bittiğini değil, aslında her gün yeni başlayan, her an yeniden yazılan umut ve sevgilerle dolu bir yaşam öyküsü olduğunu hatırlatırmış.
Gökkuşağının tüm renkleriyle bezenen Mutluluk Krallığı, günün sonunda, kalplerde açan minik çiçeklerin, birlikte atılan adımların ve paylaşılan gülümsemelerin sesiyle, “Her son, aslında yeni bir başlangıçtır,” diye fısıldarmış. Masal burada, mutlu bir sonla, sonsuz sevgiyle noktalanırmış. Ve her yeni gün,, Emir’in öğretileriyle, doğanın ve yaşamın bize sunduğu hediye olan umudu kucaklamak için, pek çok yeni masala ilham kaynağı olacakmış.

Prens Emir’in maceraları doğayı korumak, iyiliği paylaşmak, sabır ve sevgiyi yaşamın her köşesine yaymak üzerine kurulmuştu. O, hiçbir zaman aşk hikayelerine, prenses öpme veya evlenme gibi klişelere başvurmadı onun hikayesi, çocukların aklında kalıcı izler bırakan, eğitici ve umut dolu, gerçek hayatın masalıydı. Ve böylece, her küçük yürek, Emir’in masalını dinlerken, aslında kendi içindeki ışığı, iyiliği ve sevgiyi yeniden keşfeder, yaşamın sunduğu mucizelerin farkına varırmış.
Masal burada sona ermiş, ama gerçek sevgi ve bilgelik dolu yaşam, her yeni günde, yeniden yazılan bir hikaye olarak sonsuza dek devam etmiş.
Yorumlar (0)
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!