Yelköy’ün üstünde, sabahları duman gibi hafif bir sis dolaşırdı. Fırından taze ekmek kokusu yükselir, akasya ağaçlarının üzerindeki serçeler pıt pıt konuşurdu. Köy meydanının kenarında, yaşlı bir tazı uzanır, kulakları süpürge gibi toprağı okşardı. Adı Kekik’ti. Tüyleri artık griye dönmüş, eskisi kadar hızlı koşamaz olmuştu, ama gözleri sakindi, burnu hâlâ dünyanın kokularını tek tek hatırlayacak kadar güçlüydü.
Çocuklar onu çok severdi. Deniz, Elif ve Arda sabahları okul çantalarını sallaya sallaya yanına gelir, onun geniş alnını okşar, “Günaydın, İhtiyar Tazı!” derlerdi. Kekik başını kaldırır, havayı koklar, “Bugün rüzgâr denizin tuzunu taşıyor,” der gibi burun kıvırırdı. Yanında iki yavru köpek de vardı: Pırpır ve Köpük. İkisi de yeni yeni koşmanın zevkini keşfetmiş, kuyruklarını pervane gibi çeviren, hoplayıp zıplayan yaramazlardı.
Bir sabah, köyün büyük çınarının altında toplanıldı. Muhtar Dilek teyze elini göğsüne koyup konuştu: “Çocuklar, komşular, büyük bir meselemiz var. Dün akşamki fırtınada Rüzgâr Zili’miz dalından kopmuş.” Her bahar, göç eden kırlangıçlar Yelköy’ün üstünden geçerken, çınarın tepesinde asılı duran mavi bakırlı zil çın çın çalar, onlara “Hoş geldiniz!” diye seslenirdi. Kırlangıçlar da o sesi duyar, çınarın dallarına konar, sonra köyün sokaklarında hızla uçup yazın gelişini müjdelerdi. Zil olmazsa kırlangıçlar şaşırır, belki de yolunu kaybederdi.
“Kim bulacak bu zili?” diye sordu muhtar. “Her yer bakır gibi parlıyor sabah güneşiyle, aramak zor olacak.”
Pırpır, Köpük’ün kulağına fısıldadı: “Biz buluruz!” Sonra ikisi birden havlayıp koştular, ayaklarının altındaki toprak, sevinçlerinden titreye titreye sıçrıyordu. “Durun!” diye seslendi Deniz. “Kekik de gelsin.”
Kekik ağır ağır ayağa kalktı. “Ben koşmayı değil, dinlemeyi severim,” der gibi gözlerini kısarak rüzgârı kokladı. Fırtınanın bıraktığı izler vardı havada. Islak yaprakların nem, toprak içindeki solucanların, uzağa yuvarlanan şeylerin garip metalik kokusu. Yaşlı tazı burnunu yere yaklaştırdı, küçük adımlarla çınarın gölgesinden çıktı.
Pırpır ve Köpük ilk önce dereye koştular suyun sesi gülüşlerine karıştı. “Belki zil suya düştü!” diye bağırdılar. Kenardaki çimenler, gece yağan yağmurdan parlıyordu. Derenin üstünde eğilmiş ince bir söğüt dalı, sanki suya fısıldıyordu. Yavrular dereye bakmak için dallara asıldılar, ama suyun parlaklığı dışında bir şey göremediler.
Kekik dereye varınca durdu. Kulaklarını geriye doğru yatırdı, dudaklarını ıslatıp bir süre sessiz kaldı. Sonra, kısa bir “Hıh” sesi çıkarıp yürümeye devam etti. Onun kulaklarına sadece su şırıltısı değil, uzaklardan gelen minik tıkırtılar, rüzgârın aralara serpiştirdiği iplik iplik sesler de gelirdi. “Ziller, düşerken konuşur,” derdi eskiden sahibi olan dede. “Toprağa ‘ting’ diye bir hatıra bırakırlar.”
Yol kenarında kocaman bir sazlık vardı. Orada, ince bir kurbağa kamışlar arasında ayağını sıkıştırmış kalmıştı. “Ayy!” diye cır cır bağırıyordu. Pırpır, “Ben çekerim!” diye atıldı, ama kekik başıyla “Yavaş,” der gibi bir hareket yaptı. Sabırla saz yaprağını dişlerinin ucuyla kavradı, kurbağanın ayağına zarar vermeden yukarıya doğru kıvırdı. Kurbağa kurtulunca minik bir selam verdi. “Teşekkür ederim, İhtiyar Tazı,” dedi. “Dün gece gökyüzü gürledi, her şey birbirine karıştı. Bir şey, gece karanlığında sazların arasından ‘çınn’ diye geçip suya vurdu, sonra da ormanın derinindeki kütüklerin oraya doğru sürüklendi. Kulaklarımla duydum. Eğer bir zil arıyorsan, akıntının ittiği eski kütükleri yokla.”
Kekik’in gözleri ışıldadı. Pırpır ve Köpük, kurbağaya kuyruğunu sallayıp veda ettiler. Üçü birlikte derenin kıvrımını takip ederek eski kütüklere doğru yürüdüler. Etraf, yağmurdan sonra çiklet gibi yumuşamış toprağın, ıslak mantarların kokusuyla doluydu. Baykuş yuvası olduğuna inanılan büyük bir çam kütüğü vardı orada. Kütüğe yaklaşınca Kekik durdu, burnunu uzun uzun havaya kaldırdı.
Hafif bir metal kokusu, su ve yosunla karışmış olarak kütüğün altından geliyordu. Fakat kütüğün altında sadece su ve taş vardı. “Görmüyorum,” dedi Elif, koşup gelen meraklı gözlerle. “Ama bir şey var gibi hissediyorum.” Kekik uzun bir çubuk buldu, yavaşça kütüğün altına uzattı. Çubuk suya değdi, sonra taş gibi sert bir şeye sürtündü. “Ting,” dedi suyun altından bir ses. Pırpır’ın gözleri kocaman oldu. “Zil!” diye havladı. Ama çubuk kaydı, ses uzaklaştı. Akıntı, küçük parlak bir şeyi kütüğün altından alıp götürmüş olmalıydı.
Tam o sırada, tepelerinde iki karga döndü. Birinin tüyleri kömür gibi siyah, ötekinin kanatlarının altında gümüş gibi parlak tüyler vardı. “Kara ve Gümüş,” diye fısıldadı Arda. Kargalar Yelköy’ün konuşkan gözcüleriydi. Gümüş, “Parlak bir şey, gece fırtınasında yuvarlandı, dikenli küçük evin önünde durdu,” diye gakladı. “Dikenli ev mi?” diye sordu Deniz. “Kirpi Diken’in yuvası,” diye açıkladı Kekik, nazik bir havlama ile.
Hep birlikte kirpinin yuvasına doğru gittiler. Orman, fırtınanın ardından aydınlıktı damlalar yapraklardan boncuk gibi düşüyor, her düşen boncuk minik güneşler gibi parlıyordu. Diken, yuvasının önünde kıvrılmış, miniklerini kucağında tutuyordu. Kendisinden daha büyük, mavi bakırlı, üzeri çizgilerle süslü bir şey, yuvasının yanında yatıyordu: Rüzgâr Zili.
Kirpinin gözleri endişeliydi. “Bu parlayan şey dün gece bana ninni oldu,” dedi titrek bir sesle. “Yavrularım yağmurdan korktu, ben de zili yuvarlayıp kapımın önüne getirdim. Çınladıkça uyudular. Ama sabah, kargalar herkesin bunu aradığını söyledi.”
Kekik usulca yaklaştı, yere çöktü. Gözlerinden anlayış aktı. “Bu zil bizim köyün kalbi gibidir,” dedi kendi dilince, yumuşak bir hırlamayla. “Kırlangıçlar bunu duyar, evlerini bulur. Bizim de yavrularımız var, seni anlıyorum Diken. Onlar da bu sese alıştı. Sana söz, eğer zili alırsak, yerine başka bir ninni bulacağız.”
Diken düşündü, minik kirpiciklerini kokladı. “Ama ben baykuşların geceleri ‘huhuu’ demesinden korkarım,” dedi. “Zil çalınca, sanki baykuşların sesi biraz uzaktan geliyordu.”
Kekik bir an başını eğdi, sonra gökyüzüne baktı. Rüzgâr, sazlıkların arasından tatlı bir ses taşıyordu. “Saz Şarkısı,” diye mırıldandı. “Kurbağa dostumuzun sazlığı. Oradan ince bir kamış alır, üzerine delikler açtırırız. Deniz, babanın marangoz bıçağı var mı?” Deniz heyecanla başını salladı. “Evet!” Elif, “Ben de boncuklar dizip bir rüzgâr tıngırağı yapabilirim,” dedi. Arda elini kaldırdı: “Ben ipe sıkı düğümler atarım, düşmesin.”
Kekik kuyruk salladı. “Diken,” dedi, “zili geri götüreceğiz. Ama bu akşam üstü, sazdan bir ninni getiririz. Hem baykuşlar nazik komşulardır birlikte yaşamanın yolu, birbirimizin sesini duyabilmektir.”
Kirpi biraz düşündü, sonra başını salladı. “Peki,” dedi. “Yavrularım için sözünüze güveniyorum.”
Deniz ve çocuklar zili dikkatlice kaldırdılar. Kekik önden yürüdü, Pırpır ve Köpük zili taşımaya yardım eden halatın kenarlarını dişleriyle tuttular. Dönüş yolunda rüzgâr biraz daha tatlı esti, sanki yolculuğu kolaylaştırmak ister gibi. Köy meydanına varınca, herkes sevinçle “Oh!” çekti. Ustaca eller zili tekrar çınarın sağlam bir dalına astı, düğümleri Arda attı, Elif düğümlerin arasına kendi yaptığı rengârenk boncuklardan iki üç tane iliştirdi. Muhtar Dilek teyze, “İşte budur!” dedi. “Köyün birliği.”
Zil takılır takılmaz rüzgâr onu okşadı, mavi bakır titredi, “Çıng çıng” diye güldü. O anda sanki gökyüzünde bir çizgi belirdi uzaklardan bir kırlangıç, sonra bir diğeri, sonra yüzlercesi siyah mızraklar gibi havayı yararak çınarın tepesine döndüler. Çocuklar ellerini çırptı, yaşlılar gülümsedi, Pırpır ve Köpük mutluluktan havladı. Kırlangıçlar “civcivciv” diye şarkı söyledi Yelköy’e bahar geri geldi.
Ama Kekik kaybolmadı söz vermişti. Akşamüstü güneş alçağa indiğinde, Deniz ve arkadaşları sazlığa gidip kuru bir kamış buldular. Babasının yardımıyla üzerine küçük delikler açtılar, Elif boncuk dizdi, Arda ipi ördü. Kekik kamışı kokladı, rüzgârı dinledi, sonra çocuklara üflemesini gösterdi: “Fıııı,” diye incelikle. Kamıştan yumuşak bir ninni çıktı, deredeki su gibi kıvrıldı, ormana karıştı. Hep birlikte kirpinin yuvasına gittiler. Diken ve minikler, kapıda merakla bekliyordu.
“Size söz verdiğimiz ninniyi getirdik,” dedi Deniz. Elif, boncuklu rüzgâr tıngırağını bir dala bağladı rüzgâr eser esmez, boncuklar birbirine hafifçe dokunup tıp tıp sesi çıkardı. Arda kamışı uzattı. Kekik başını eğip çok kısa bir melodi üfledi. Minik kirpicikler gözlerini kırpıştırdı, sonra yavaşça annelerine daha sıkı sarıldılar.
“Bu ses güzel,” dedi Diken. “Yavrularımın kalbi rahatladı.”
Kekik gülümsedi. “Her sesin bir yeri vardır,” dedi kendi dilince. “Zil kırlangıçları çağırır, kamış kirpilerin uykusunu. ve baykuşlar da geceyi bekler, çünkü onların işi de yıldızları saymaktır.”
Ertesi gün Uçurtma Şenliği yapıldı. Gökyüzünde kırmızı, sarı, mavi uçurtmalar dans etti. Pırpır ve Köpük, artık sadece hızlarıyla övünmek yerine, burnunu yere dayayıp yürüyen Kekik’in yanına oturdular. “Biz çok koştuk ama bulamadık,” dedi Pırpır biraz utanarak. “Sen dinledin, bekledin, konuştun… ve her şey yerine oturdu.”
Kekik uzun bir iç çekti, başlarını okşadı. “Koşmayı da, dinlemeyi de bilmek gerekir,” der gibi gözlerini kısıp gülümsedi. “Genç ayaklar yolu öğrenir, yaşlı kulak rüzgârın ne söylediğini.”
Deniz, Elif ve Arda, Kekik’e uçurtmalarından birer parça kurdele bağladı. Rüzgâr kurdeleleri çekiştirince Kekik’in kulakları komik komik oynamaya başladı. Herkes güldü. Zil yukarıda şarkı söyler, kırlangıçlar mest olur, köyün üstüne hafif bir huzur yağıyordu.
Gece olunca, yıldızlar birer birer gökyüzüne çıktı. Baykuşlar uzaktan “huhuu” diye seslendi, ama bu ses artık kirpi yuvasında korku değil, tanıdık bir komşuluğun işaretiydi. Rüzgâr tıngırağı boncukları hafifçe çınlattı, kamış ince bir melodi fısıldadı. Kekik çınarın gölgesinde kıvrılmış, gözlerini yarı kapamıştı. Pırpır ve Köpük başlarını onun sırtına yaslamış, kırlangıçların gece ninnisini dinliyorlardı.
Yelköy o gece, bir arada olmanın sıcaklığıyla uyudu. Kimse acele etmeden, herkes yerini bilerek. Ziller, kamışlar, baykuşlar ve kırlangıçlar, hepsi aynı gökyüzünün altında kendi şarkılarını söyleyerek. Ve yaşlı tazı, bilge burnuyla, sessizce gülümseyerek, “Her ses değerlidir,” diyordu. “Yeter ki birbirimizi dinlemeyi bilelim.”
Yorumlar (0)
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!