
Gökkuşağı Koyu’nun kenarında, sabahları denizin üstünde pamuk gibi bulutların yüzdüğü küçük bir kasaba vardı. Bu kasabada, meraklı gözleri boncuk gibi parlayan, saçlarını iki yandan minik kurdelelerle toplayan bir kız yaşardı. Adı Mina’ydı. Mina, cebinde her zaman bir tane düğüm atılmış ip, bir parlak taş ve küçük bir defter taşırdı. Defterine gördüğü her güzelliği çizer, her düşündüğü soruyu yazardı: “Rüzgâr nerede dinlenir? Gölgeler neden akşamları uzar? Bir gülen surat, birinden diğerine sıçrayabilir mi?”
Mina’nın en sevdiği yer, kasabanın ucundaki fıstık ağaçlarının başladığı şakayaprak ormandı. Orada rüzgâr fısıltılarla konuşur, yapraklar sabırla dinlerdi. Ormanın kıyısında, kulübesinin önünde her sabah uçurtma iskeletleri ören birisi yaşardı: Rüzgâr Amca. Saçları bulut teli gibi beyaz, elleri düğüm atmakta ustaydı. “Rüzgârı yakala ama tutma,” derdi gülerek, “o zaman seni uçurtmanın ipiyle göğe bağlar.”
Yazın sonuna doğru kasabada Uçurtma Bayramı yapılırdı. Herkes kendi uçurtmasını yapar, en yükseğe, en sabit ve en uzun süre havada kalanı alkışlardı. Ödül bir avuç şeker, bir de Rüzgâr Amca’nın yaptığı küçük bir tahta kalpti kalbin üstünde ufacık harflerle “Paylaşınca çoğalır” yazardı. Mina bu bayramı dört gözle beklerdi. Bu yıl uçurtmasını kendi tasarlayacaktı. Defterine kocaman bir uçurtma çizdi: Gövdesi deniz mavisi, kanatları gül yaprağı gibi pembe, kuyruğunda da sarı, turuncu, mor kurdeleler dans edecekti.
Bir sabah Mina, malzeme bulmak için deniz kıyısına indi. Kıyıya vuran kamışlardan iki tane seçti. Tam o sırada sığ suda parıldayan bir şey gördü. Küçük bir gümüşbalığı, denizin üstünde dolaşan şeffaf bir naylon şeridine takılmış, dönüp duruyor ama kurtulamıyordu. Mina içine “Ah!” dedi, ayakkabılarını çıkarıp dikkatle suya girdi. Balığı korkutmadan, usul usul şeridi çözdü, düğümlerini sabırla gevşetti. Gümüşbalığı kurtulunca bir an durdu, gözleri gibi parıldayarak Mina’ya baktı ve suya bir kabarcık bıraktı. Kabarcık patlamadı, havada küçük bir ışık gibi asılı kaldı. “Teşekkür ederim,” dedi sanki. Mina gülümsedi: “Rica ederim. Deniz tertemiz olursa hepimiz rahat ederiz.” Kabarcık sonra rüzgârın yönünü gösteren minik bir pusula gibi Mina’nın etrafında gezindi, sonra denize geri döndü.

Mina kamışları alıp Rüzgâr Amca’ya gitti. Amca, kulübesinin önünde, gür bir incir ağacının gölgesinde çalışıyordu. “Selam, Rüzgâr Amca! Uçurtma yapıyorum,” dedi Mina. “Yardımını isterim.” Rüzgâr Amca gözlerini kısarak gülümsedi. “Bir uçurtma, yüreğin kadar hafif, niyetin kadar sağlam olmalı,” dedi. “İskelet için iyi kamış seçmişsin. Bir de sağlam ip gerekir. Bende bambudan yapılmış özel bir makaralı çark var, ipi dolaştırması kolay. Dikkatli kullanırsan ödünç verebilirim.”
Mina sevinçle başını salladı. Rüzgâr Amca, kulübenin rafından parlak, pürüzsüz bir bambu çark çıkardı. Üzerinde küçük bir rüzgâr gülü deseni vardı. “Bu çark bana gençliğimde bir dostumdan kalmıştır,” dedi. “İpi nazikçe sar, düşürme.”
Mina çarkı aldı, kalbi pıt pıt atıyordu. Hemen eve koştu, yerdeki kilimi dürüp kendine bir çalışma alanı açtı. Kamışları bağlamak için ipi dikkatle çekti. O sırada kapıdan komşusu Arda içeri girdi. Arda, mahcup gülümseyen bir çocuktu. Şapkası hep biraz büyük olur, gözlerinin üstüne düşerdi. Elinde küçük, eğri büğrü bir uçurtma iskeleti taşıyordu. “Ben de uçurtma yapıyorum,” dedi. “Ama kuyruğu bir türlü dengelenmiyor.” Mina, “Birlikte yapalım,” dedi sevinçle. “Sen de bana kağıtları düzgün kesmekte yardım edersin.”

İkisi işe koyuldular. Mina ipi biraz daha çekti tam o anda yerdeki mermerin üstüne çark hafifçe çarptı ve dönüverdi. Bir tıkırtı sesi duyuldu. Mina dondu. Çarkın kenarında incecik bir çatlak belirdi. “Amanın,” dedi sessizce. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Arda, “Bir şey mi oldu?” diye sordu. Mina elini çarkın üstüne koydu, gülümsemeye çalıştı. “Yok, bir şey yok,” dedi ama içi kararıverdi.
Akşam olduğunda, Mina çarkı bir bezin içine sarıp odasının köşesine koydu. Yatağına yattı ama gözleri tavandaki ışık noktalarını saya saya uyuyamadı. İçinden küçük bir ses konuşuyordu: “Rüzgâr Amca’ya söylemelisin.” Başka bir ses de, “Ama kızar,” diyordu. Mina döndü durdu. Derken dalıp garip bir rüya gördü: Gökyüzünde şişman, pamuk gibi bir bulut vardı. Gülümsemeye çalışıyor ama kocaman bir sırrı yutmuş gibi karnı şişmiş, ağırlaşmıştı. Bulut, “Sırrım içimde oldukça ağırlaşıyorum, hareket edemiyorum,” diyordu. Mina buluta yaklaşıp, “Belki de sırrını paylaşmalısın,” dedi. Bulut birden hafifledi, içinden rengârenk küçük uçurtmalar çıktı, göğe yayıldı. Mina rüyadan gülümsayarak uyandı. O anda anladı: İçinde sakladığı şey, kalbini ağırlaştırıyordu.
Sabah olunca kararı verdi. Çarkı dikkatle aldı ve Rüzgâr Amca’ya gitti. Yol boyu kalbi gümbür gümbür attı. Kulübenin önüne geldiğinde amca her zamanki gibi düğüm atıyordu. Mina, çarkı avuçlarının arasında tutup, “Rüzgâr Amca,” dedi, “Bunu ödünç aldım ve… yanlışlıkla düşürdüm. Kenarında çatlak oldu. Çok özür dilerim. Tamirine de yardım etmek istiyorum.” Sesi titrese de gözleri kararlıydı.

Rüzgâr Amca bakışlarını Mina’nın gözlerinde gezdirdi, sonra yumuşakça çarkı aldı. Çatlağa baktı, yüzünde şaşırmış bir kırışıklık belirdi. Ama sonra gülümsedi. “Mina,” dedi, “Eşyalar bazen kırılır. Asıl önemli olan, senin doğruyu söylemen. Kalbin hafiflediyse, uçurtmanı daha iyi uçurabilirsin.” Mina, gözleri dolarak “Öyle oldu,” diye fısıldadı. “Gece boyunca sanki içimde ağır bir taş vardı.” Rüzgâr Amca başını salladı. “Haydi, birlikte tamir edelim. Bambu nazik bir dosttur ona iyi davranırsan kırıklıktan sonra bile güçlenir.”
İkisi kulübeye girip küçük atölyede çalışmaya başladılar. Rüzgâr Amca, “Bak, çatlağı kapatmak için ince bir lif kullanırım,” dedi. “Sonra sabırla bekleriz, kurusun. Sabır, ipteki düğümdür tutar ama sıkmaz.” Mina dikkatle izledi, eline fırça alıp tutkalla ince bir çizgi çekti. Çatlak yavaşça kayboldu. Bu arada kapıda bir tıkırtı oldu Arda içeri uzanıp, “Günaydın!” dedi. “Kuyruğuna denge taşları ekledim ama hâlâ sağa kayıyor.” Rüzgâr Amca göz kırptı. “İkiniz de iyi uçurtmacı oluyorsunuz,” dedi. “Ama unutmayın, iyi bir uçurtma yapmak bir yarış değil, bir şarkı söylemek gibidir. Her nota birbirini dinler.”
Öğlene doğru, kasaba meydanı renk cümbüşüne döndü. Uçurtma Bayramı başlamıştı. Tezgâhlarda limonata köpürüyor, simitler susamla parlıyordu. Çocuklar kollarında uçurtmalarıyla koşuyor, büyükler gülümseyerek izliyordu. Mina ve Arda, uçurtmalarını kucaklayıp meydana geldiler. Mina’nın uçurtması deniz gibi maviydi, üzerine eski dergilerden kestiği küçük balık resimleri yapıştırmıştı. Kuyruğu mor ve sarı kurdelelerle süslüydü. Arda’nın uçurtması ise sade görünüyordu ama dengesi çok güzeldi, hafifçe sallanıyor, sanki “Ben hazırım” diyordu.

Tam uçurtmalar göğe yükselecekken, rüzgâr aniden durdu. Yapraklar bekleyişe geçti. İnsanlar etrafa baktı “Bugün rüzgâr uyukluyor galiba,” dedi biri. Mina içinden bir cümle hatırladı: “Rüzgârı yakala ama tutma.” Ama rüzgârı uyandırmak için ne yapmalıydı?
O sırada ormandan tanıdık bir ses geldi. “Cik cik!” Şakacı serçe bir dala konmuştu. Mina ve Arda ormana doğru birkaç adım attılar. Serçe, “Rüzgâr, nazlıdır,” dedi sanki. “Ona nazikçe seslenirsen gelir.” Bir de kaplumbağa Usul belirdi, ağır ağır. “Bir ritim gerekiyormuş,” diye mırıldandı. Mina gülümsedi. “Biliyorum,” dedi. “Rüzgâr Amca’nın söylediklerini hatırlıyorum.” Meydana döndüler, Mina ellerini birleştirip yüksek ama yumuşak bir sesle konuştu: “Sevgili rüzgâr, biz sana şarkılar yaptık, renkler hazırladık. Gelir misin? Sadece birazcık, uçurtmalarımızı göğe değdirmek için.” Arda, ritim tutmak için ayaklarıyla hafifçe yere vurmaya başladı. Kaplumbağa Usul da kabuğuyla taşlara tık tık yaptı. İnsanlar gülümsedi, herkes ellerini çırparak onlara katıldı. Meydan bir anda küçük bir orkestraya dönüştü.
Deniz kenarından o küçük gümüşbalığı suyun üstüne sıçradı, havaya bir kabarcık bıraktı. Kabarcık patlamadı, ağır ağır kasabanın üstünde yüzerken güneşi çağıran bir zil gibi tınladı. İşte o an, hafif bir esinti saçlara dokundu, sonra bir tane, sonra bir tane daha. Uçurtmaların kuyrukları kıpırdadı. Rüzgâr, usul usul geldi.

“Hazır!” diye bağırdı biri. Gökyüzüne bir sürü renkli uçurtma fırladı. Kırmızılar, turuncular, sarılar, hatta inciler gibi parlayan küçük beyazlar… Mina ipi usulca saldı. Rüzgâr Amca öğrettiği gibi, bir ileri bir geri yürüdü, ipi bazen gevşetti, bazen çekti. Uçurtması yükseldi, mavinin içinde usulca dans etmeye başladı. Arda’nın sade uçurtması ise şaşırtıcı bir huzurla ulaştı yükseklere. Eğrilmeden, bükülmeden, sanki gökte yol çiziyordu.
Meydandaki diğer çocuklardan bazıları başlangıçta birbirlerini itiş kakış etmişti. “Benim uçurtmam en güzeli!” diye bağıranlar olmuş, birkaçı da Arda’nın uçurtmasına küçümseyerek bakmıştı. Ama rüzgâr eşit davranınca, herkesin uçurtması kendi şarkısını söyledi. Bir süre sonra o itişenler de yanyana gelip iplerini çözdüler, düğümlerini birbirlerine yardım ederek açtılar. “Benimki dolaştı,” diyen bir çocuğa Mina koşup yardım etti. “Bak,” dedi, “Düğümü korkutma, sabırla konuş.”
Uçurtmalar gökte süzülürken, birden Mina’nın uçurtmasının kuyruğu bir ağaca takıldı. “Amanın,” dedi Mina, “Şimdi yırtılacak.” O anda Arda yanında belirdi. “Hemen çekme,” dedi. “Rüzgâr beklesin.” İkisi birlikte ipi hafifçe saldı. Rüzgâr bir an durdu, sonra yön değiştirip kuyruğu ağacın dalından nazikçe kurtardı. Mina derin bir nefes aldı. “Teşekkür ederim, Arda,” dedi. Arda gülümsedi. “Birlikte daha iyi.”

Güneş batıya doğru eğilince, zaman ölçülmeye başladı. Kasabanın yaşlıları, “Üç… iki… bir…” diye sayarken, uçurtmalar hâlâ gökteydi. Nihayet bayramın misafir sunucusu, kocaman şapkasıyla sahne kurulan tahta platformun üstüne çıktı. “Bu yılın Uçurtma Bayramı’nın kazananını duyuruyorum!” dedi. Herkes sustu. “Kazanan, en yüksek çığlığı atan değildir. Bugün iki uçurtma özellikle dikkat çekti: Biri sabırla yapılan, nazikçe uçurulan mavi balıklı uçurtma. Diğeri dengesiyle göğü okuyan sade uçurtma.” Alkışlar koptu. Şapkası büyük sunucu gülümsedi. “Ama asıl kazanına gelince… Bu meydanda rüzgârı çağıran şarkıyı birlikte söylediniz. Düğümleri el birliğiyle çözdünüz. İçinden doğruyu söyleyerek hafifleyen yüreklerle uçtunuz. Bu yüzden bu yılın asıl kazananı, birbirini önemseyen herkes!”
Rüzgâr Amca sahneye çıktı ve ceplerinden küçük tahta kalpler çıkardı. Birini Mina’ya, birini Arda’ya, birini de ipleri birbirine dolaştırmadan uçuran diğer çocuklara verdi. Mina kalbi eline alınca üstündeki yazıyı okudu: “Paylaşınca çoğalır.” Kalbi ısındı. O an çarkı hatırladı. Rüzgâr Amca ona göz kırptı. “Unutma,” dedi fısıltıyla, “Hata yapmaktan korkma. Korkman gereken tek şey, hatanı saklayıp kalbini ağırlaştırmaktır.”
Bayram dağıldığında, gökyüzü pembe turuncuya dönmüş, deniz morla mavi arasında bir battaniye gibi serilmişti. Mina ve Arda ormana doğru yürüdü. Şakacı serçe dallarda onlara eşlik etti, kaplumbağa Usul taşların arasından geçerken minik bir ezgi mırıldandı. “Rüzgârı çağırdık,” dedi Arda, hâlâ şaşkındı. “Evet,” dedi Mina, “Ama asıl rüzgâr, içimizdeydi. Biz onu birbirimize iyi davranarak uyandırdık.”

Ormanın biraz içindeki büyük çınara geldiler. Çınarın gövdesinde eski bir yazı vardı. Üzerine yosunlar konmuş, ama harfler hâlâ okunuyordu: “Büyük olmak, yüksek uçmak değil kalbini hafifletmektir.” Mina, parmaklarıyla yazının üstünden geçti. “Tam da bugün öğrendiğim şey,” dedi. Arda başını salladı. “Ben de,” dedi. “Başta uçurtmam küçük diye utanmıştım. Ama sevgiyle yaptığım için sanırım o bunu anladı.”
Eve dönmeden önce, Mina deniz kıyısına uğradı. Gümüşbalığı bir an yüzeye çıktı, minik bir kabarcık daha bıraktı. Kabarcık patladığında, hafif bir şarkı duyuldu: “Deniz temizse nefes kolay, yürek dürüstse rüzgâr kolay.” Mina gülerek eğildi. “Söz,” dedi, “Denizi temiz tutacağım, yüreğimi de.” Yerden o sabah bulduğu şeffaf şeridin kalanını aldı, çöpe attı ve etrafa bakıp başka bir şey kalmadığını da kontrol etti.
Gece olunca Mina defterine günün hikayesini çizdi. Bir sayfaya mavi uçurtmayı, yanına Arda’nın sade ama kararlı uçurtmasını çizdi. Köşeye bir gül yaprağı koydu. Sonra rüyasındaki bulutu da çizdi içinden çıkan küçük uçurtmalar göğe dağılırken bulut hafifçe gülüyordu. Altına şu cümleyi yazdı: “Sırrını paylaşınca bulut bile hafifler.” Defter kapanırken, pencereden rüzgâr içeri girip sayfayı okşadı.

Ertesi gün, Mina ile Arda küçük çocuklara uçurtma yapmayı öğrettiler. “Düğüm atarken acele etmeyin,” dediler. “Bir düğüm sabırsızlıkla atılırsa, sonra uçurtmanın kuyruğu takılır. Sabırla atarsanız, her şey olması gerektiği gibi olur.” Küçük bir çocuk, “Ama ben yanlış yaparsam?” diye sordu. Arda gülümsedi. “Yanlış yapmak öğrenmenin arkadaşıdır,” dedi. “Yeter ki söylemekten ve düzeltmekten çekinme.” Mina da ekledi: “Bir de doğayı koru. Denizdeki bir şeridi bile kaldırmak, bir balığın şarkısına yardım eder.”
Kasabanın üstünde günler böyle geçti. Her gün gökyüzünde bir uçurtma görünmese bile, insanlar birbirlerinin kalplerinde küçük bir rüzgâr taşıdıklarını biliyordu. Rüzgâr Amca’nın çarkı ise rafında yeni bir iz taşıyordu ince bir çizgi ama güçlü bir hatıraydı. “Kırılınca öğrenir, öğrenince güçlenir” der gibi.
Bir akşamüstü, güneş dağın arkasına inerken, Mina annesiyle evin önünde oturdu. Annesi ona taze nane limonata getirdi. “Bugün neler öğrendin?” diye sordu. Mina düşünmeden cevapladı: “Rüzgârın gelmesi için bazen şarkı söylemek gerekir. Düğümün çözülmesi için sabır. Kalbin hafiflemesi için doğruluk. Ve uçurtmaların dans etmesi için dostluk.” Annesi onu kucakladı. “Aferin benim düşünceli kızım,” dedi. “Unutma, bu dersleri her gün kullanabilirsin. Rüzgâr gelmese de, sen içinde bir esinti yaratabilirsin.”

Mina gece yatağına yattığında artık kalbi tüy kadar hafifti. Rüyasında yine bulut gördü, ama bu kez bulutun karnı boştu, yüzü aydınlıktı. Rüzgârla birlikte gökte uçurtmaların arasından geçtiler, kanatlar gibi dalgalanan kurdeleler arasından gülüşler topladılar. Rüzgâr kulaklarına fısıldadı: “İyilik yaptığında, doğruyu söylediğinde, sabırla beklediğinde ve paylaşmayı bildiğinde, ben hep yanındayım.” Mina tebessüm ederek uyudu.
Ve ertesi sabah uyandığında, penceresi açık, perde ucunda minik bir kurdele dans ediyordu. Dışarıda çocuklar kahkahalar atıyordu. Her şey yerli yerindeydi: deniz masmavi, orman fısıltılı, rüzgâr nazlı ve dost canlısıydı. Mina defterine son bir cümle daha yazdı: “En güzel uçurtma, kalbin hafiflediği gün uçar.” Sonra defteri kapattı, dışarı koştu. Arda’yla buluşup, yeni bir günün rüzgârına “Günaydın” demeye gittiler.
İşte o günden sonra kasabada bir gelenek başladı. Uçurtma Bayramı her yıl yapıldı ama ödül yalnızca en yükseğe uçurulana değil, kalbini hafif tutan, çevresine iyi gelen, doğayı sayanlara da verildi. Tahta kalbin üstündeki yazı herkesin dilinde dolaştı: “Paylaşınca çoğalır.” Ve gerçekten de öyle oldu. Gülümsemeler paylaşıldıkça arttı, rüzgâr çağrıldıkça geldi, doğruluk söylendikçe kalpler hafifledi. Kasabanın üstünde uçurtmalar dans etti, çocuklar büyüdü, ama kimse o küçük gümüşbalığının bıraktığı kabarcığın şarkısını unutmadı: “Deniz temizse nefes kolay, yürek dürüstse rüzgâr kolay.” Böylece, her şeyin en sonunda, herkes biraz daha iyi, biraz daha mutlu oldu. Çünkü herkes kalbin hafifliğini, dostluğun gücünü ve rüzgârla yapılan şarkıların tadını bir kez öğrenince, artık unutmuyordu. Ve bu masal da, işte tam burada, rüzgârın şefkatli bir okşayışı gibi usulca bitti. Mutlu, hafif ve rengârenk.
Yorumlar (0)
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!