Minik Dev Hikayesi

Minik Dev

Abone Ol google news
Minik Dev Masalı
Minik Dev Masalı

Minik Dev’in Hayat Hikayesi

Yıllar yıllar evveldi. Her şeyin devasa boyutlarda olduğu Devler Diyarinda yaşam bizim bildiğimizden çok farklıydı. Gökyüzü yere daha yakın; okyanuslar deniz, denizler göl, göller bir su birikintisi gibi görünürdü. Devler; koca koca dağların doruklarına kolayca ulaşabilir, ağaçları sanki bir çiçekmiş gibi sulayabilirlerdi. Aslanlar, zürafalar, filler devlerin yanında minicik kalırdı. Diğer hayvanlar ise ezilmekten korktukları için ortalıkta pek görünmezlerdi. Sanıldığının aksine devler; hırçın ve kaba saba değil nazik, yardımsever ve güler yüzlüydüler. Yüzyıllardır bu diyarda yaşayıp gidiyorlardı. Evet, yanlış duymadınız yüzyıllardır. Çünkü devler çok uzun ömürlüydüler. Yaşlı bir devin doğum günü pastasındaki mumları söndürmek için bir itfaiye çağırmak gerekebilirdi. Uçsuz bucaksız bu diyarların en büyük, en görhkemli yapısı, devler kralının sarayıydı. Kralın kendisi bile saraydaki odaların sayısını tam olarak bilmezdi. Bugüne dek saraya ziyaret için gelip de sarayın labirent gibi koridorlarında kaybol- mayan biri olmamıştı. Temizlik görevlileri, odaların sadece anahtarlarını taşımak için iki atın çektiği büyük bir araba kullanırlardı.Günlerden bir gün, saray her zamanki şenlikli ve de bol gürültülü halinden oldukça uzakta, derin bir sessizliğin içindeydi.

Çünkü Kral ve Kraliçe’nin yıllardır hasretle bekledikleri gün sonunda gelip çatmış; Kralın sarayını, ülkesini, tacını, tahtını gözü kapalı emanet edeceği evladı dünyaya gözlerini açmıştı. Yıllar sonra gelen bir Uçsuz bucaksız Devler Diyari’nın Kralı, devlerin devi, oğlunun kulağına ismini fısıldadı:
“Mimoğul!” Saray o kadar sessizdi ki Kralın fısıltısı her kulakta yankılandı. Sonra Kralın yeri göğü inleten gür sesi çınladı: “Mimoğul! Bu olsun adın. Adın sana yakışsın. Adınla yaşayasın!” Devler Diyarının gelecekteki kralı, Kraliçe’nin hayali, biricik oğulları doğmuştu doğmasına ama. İşte bu “ama” Kral ve Kraliçe’nin yüreğindeki coşkunun hüzne dönüşmesine, sarayın derin bir sessizliğe gömülmesine yetiyordu. Devler Diyarının şehzadesi, görenleri hayrete düşürüyordu. Şaşkınlığını gizlemekte güçlük çeken saray ahalisinin sessizliği işte bu yüzdendi. Şehzade; bu diyarların görüp görebileceği en küçük gözlere, kulaklara, burna ve ağza sahipti. Kral babasının avucuna sığabilen bedeni, kocaman yatakta zar zor seçiliyordu. Elleri, ayakları, kafası kocaman olmasına rağmen devler ülkesinin diğer sakinlerine göre pek ufak tefekti. Hatta yüzyıllardır bu ülkede doğan ve yaşayan en küçük canlı “Mimoğul” olabilirdi. Şehzade, devlere göre o kadar küçüktü ki kimse Kraľ’ın, oğluna neden “Mimoğul” ismini koyduğunu sormadı bile. Ama yine de bu durum herkese çok garip gelmişti.

Devlerin devi, Devler Diyar’nın Kralı, oğluna bu ismi mi layık görmüştü? Geleceğin kralının adı bu mu olacaktı? Mimoğul küçücük bedeniyle nasıl yönetecekti ülkeyi, nasıl hükmedecekti kendinden kat kat büyük devlere, babasının gölgesi ne zamana dek koruyacaktı onu? Bir sürü sorunun ardından yine de söyledikleri şuydu: Varsın olsun, adıyla yaşasın da kendisi bir mim kadar olsun. Küçük, cılız ve çaresiz. Bilgeler, otacılar, giz hekimleri, sisli periler Kral’ın tek sözüyle akın ettiler saraya. Hepsi de hayretler içinde minik bebeği incelediler, incelediler. Kafa kafaya verip düşündüler, Kraľ’dan zaman istediler. Günlerce fısıldaştılar, tartıştılar bebeği gözlemlediler. Devlerin devi, Devler Diyarının hükümdarı, fırtına gibi sesiyle kükreyene dek düşündüler:
 “Derhal bir cevap bekliyorum! Yaşayacak mi oğlum bu bedenin içinde? Göğsündeki nefes ona daha ne kadar yetecek?” Herkes irkildi, Mimoğul ise tiz sesiyle ağlamaya başladı. Kral, oğlunun yanı başında günlerdir bekleyen Kraliçe’ye dönüp bakamıyordu bile. Biricik eşinin kederini ve endişesini yüreğinin en derininde hissediyordu.

Bilgeler, otacılar, giz hekimleri; Mimoğul’un son derece sağlıklı olduğunu, yaşayacağını, yalnızca “birazcık küçük” olduğunu söylediler. Bu haber, Kraľın yüreğine su serpse de hâlâ derin bir üzüntü hissediyordu. “Peki, oğlum büyüyecek mi? Siz ki olmayanı olduran sisli periler, bilge devlersiniz, büyütün o hâlde oğlumu!” Bilge devlerden en yaşlı ve akıllı olanı, tüm cesaretini topladı ve konuşmaya başladı: “Kral’ım, oğlunuzun büyümesini beklemeliyiz, vakit erişir ve oğlunuz da büyümek isterse o zaman dileğinizi gerçekleştirmek için bir şansımız olabilir.” Kral bu cevaptan hoşnut kalmamıştı. Kaşlarını çatıp başını eğdi. Elinden hiçbir şey gelmiyordu. Devlerin Kralı ve heybetli hükümdarı, hiçbir şey yapmadan öylece bekleyecekti. Sisli perilerin parlak, uzun, gümüş saçları, gizemli bir rüzgârla dans etti ve aniden bir sis perdesi.

Pufff! Bilge devler, sisli periler hepsi bir anda yok oldu. Çaresizce beklemeye başladı Kral. Günler, aylar birbirini kovalarken Mimoğul da büyüyordu. Ne var ki Devler Diyarı’ndaki diğer bebeklere hiçbir zaman denk olamayacak gibiydi. Kraliçe, oğluna günden güne bağlanırken yüreğini de derin bir üzüntü sarıyordu. Yemez, içmez, uyumaz olmuştu, oğlunun başından günlerce ayrılmadığı oluyordu. Kral ve Kraliçe bir türlü kabullenemese de Mimoğul hasta değildi yalnızca küçüktü! Kral; her zaman bilgelerin sözüne değer veren biri olmuştu ama yine de bu bekleyiş, onun canını sıkmaya başladı.

Karısının günden güne eriyip bittiğini görmeye dayanamıyor, devler ülkesinde çıkan dedikoduları engelleyemiyordu. En sonunda bir karar verdi; oğlunu büyütmeyi başaran kişiyi ödüllendirecekti. Ödül herkesi heveslendirecek kadar değerli olacaktı. Oğlu için her şeyi göze almıştı, tahtını bırakmayı bile. Kraľın çağrısını ve büyük ödülü duyan devler, ülkenin dört bir yanından saraya akın etmeye başladı. Çoğu meraktan gelmişti, bazısı gerçekten yardım edeceğine inanıyordu bazısı ise Kral’a işe yaramaz iksirler ve fikirler sunmuştu.

Kral, içindeki kederi ve öfkeyi bastırarak hepsini nezaketle kabul etti ve sabırla dinledi. Konukların arasında, oğlu gibi küçük bir dev ile karşılaşacağını ummuştu. Ne de olsa bu olay, koca ülkede ilk defa gerçekleşiyor olamazdı. Türlü iksirleri denediler, sihirli sözler söylediler ama sonuç değişmiyordu. Bu bekleyiş, Kralın içindeki umut ışığını günden güne söndürüyordu. Ama ne olursa olsun oğluna her baktığında yüreği müthiş bir sevgi ile dolup taşıyordu.

Günler, aylar, yıllar birbirini kovaladı. Kral, Mimoğulun doğum günlerinde diyarların en iyi bilgeleri ve sisli perilerini saraya davet ediyor, onlara tek bir soru soruyordu: “Oğlum, şehzadem, tahtımın varisi ne zaman büyüyecek?” Aldığı cevap hep aynı oluyordu: “Şehzademiz ancak kendisi istediğinde büyüyebilir.” Bunu her duyduğunda Kralın hiddeti daha da arttı. Ama yapabileceği bir şey yoktu, acısını içine gömmek ve beklemek dışında. Devlerin devi haşmetli Kral, çaresizce bekliyor ha! işte bu kimsenin aklına gelmezdi.

Kral aslında iyi bir dev, iyi bir hükümdardı; yardımseverdi, merhametliydi, yüreği sevgi doluydu. Kimseye bir kötülüğü olmamıştı bugüne dek. Peki, bu yaşadığı şey neydi o hâlde? Başına gelenleri bir türlü kabullenemiyordu. Günlerce, aylarca “Büyümeyi Mimoğul istemeli.” cevabını düşünüp durdular Kraliçe’yle. Düşündüler, düşündüler. Zavallı Kraliçe, bir deri bir kemik kaldı, Kraľın tacının altında bir tutam saç kalmadı. Hem çok güçlü hem çok büyük olmasına rağmen Kral’ın da yapamadığı şeyler vardı işte. Öfkelenseler de kederlenseler de sabırla beklediler, beklediler. Mimoğul; artık konuşuyor, yürüyor, keşfediyor, hoplayıp zıplıyordu. Neşeli ve hareketli bir çocuk olmuştu. Oğullarının büyümesi, artık onlarla konuşuyor olması anne babasını çok mutlu ediyordu ama kalplerinin bir köşesinde hep aynı sıkıntı vardı. Üstelik zaman geçtikçe umutları azalıyor, kaygıları artıyordu. Bazen akıllarına hiç gelmeyen şeyler de olabiliyordu. Mimoğul saklambaç oynamayı çok severdi mesela. Diğer herkes, gizlendiği yerden kolayca gözükürken Mimoğuľu saatlerce bulamadıkları oluyordu. Mimoğul çok eğleniyordu ama bu durum annesini iyice tedirgin etmeye başlamıştı.

Artık her saniye onu takip edemeyecek kadar yorgun ve peşinden koşamayacak kadar yaşlı hissediyordu kendini. Kral, saraydaki muhafız devlerin neredeyse yarısını şehzadesini korumaları için görevlendirmişti. Bazıları onu gölge gibi takip ediyor bazılarıysa onunla türlü oyunlar oynuyordu. Ama şehzadenin saraydan çıkmasına izin vermiyorlardı. Bu görev, muhafızlar için sarayı korumaktan daha zordu. Çünkü Mimoğul, küçücük kafasının içinde kocaman bir hayal dünya- si saklıyordu. Bir kere son derece akıllıydı; akla hayale gelmeyecek gizlenme yerleri bulup her seferinde sırra kadem basıyordu. Muhafızlarsa onu bulamadıkları için Kralın gazabına uğruyordu. Kargaşanın doruğa ulaştığı anlarda Mimoğul ortaya çıkıp “işte buradayım! Beni bulmak için iki göz yetmez, aklınızla bakmalısınız.” der ve kahkahalarla gülerdi. O anlarda oğlunun eğlendiğini gören Kralın kızgın yüzü, kocaman bir gülümsemeyle aydınlanırdı. Mimoğul, sarayın dışındaki yaşamdan tamamen habersizdi. Evet, görünürde kocaman bir oyun bahçesi ve koca koca devlerden oluşan bir arkadaş grubu vardı. Fakat günler birbirini kovalarken artık bu saray, bu arkadaşlar, icat ettikleri oyunlar, anlayışlı ve sevgi dolu anne babası ona yetmemeye başladı. Sarayın dışındaki her şeyi çok merak ediyordu. Ama en fenası ne kadar büyürse büyüsün kendini her zaman diğerlerinin yanında bir karınca gibi hissetmesiydi.

Artık Mimoğulun soruları, son derece akıllı bir kimse olan babasının bile boyunu aşmaya başlamıştı. Okula gitme yaşının da gelmesiyle annesinin kaygıları iyice arttı.”Pek sevgili, biricik oğlumuzun okula gitme yaşı geldi. Çok endişeleniyorum! Ne yapacağız? Orada diğer dev çocukların arasında ezilecek, belki herkes onunla alay edecek, aralarına alsalar bile benim oğlum onlarla nasıl oyun oynayacak? Yıllarca büyümesini bekledik ama olmadı işte, olmuyor! Yaşı büyüyor, aklı büyüyor ama bedeni hâlâ çok küçük. O zeki bir çocuk biliyorsun. Sorularını artık yanıtlayamıyoruz. Yakın zamanda kendisini buraya hapsedilmiş gibi hissedecek. Tüm bunları, onu korumak için yaptığımızı anlayacak mı sence? Hiç sanmıyorum. Bize kızacak, belki küsecek. Buna nasıl da Kraliçe her gün bu cümlelerle kaygılarını dile getiriyordu. Kral, aslında eşinin kaygılarını anlıyordu hatta aynı endişeleri kendisi de hissediyordu. Ama onun bulduğu çözüm bambaşkaydı. Mimoğul okula falan gitmeyecekti. Okul ona gelecekti. oğlunun evde eğitim görmesi ve gözlerinin önünde olması Kral’a göre en doğru karardı. Ne Kraliçe’yi ne bilgeleri ne de giz hekimlerini dinledi.

Vakit kaybetmeden oğluna uygun bir öğretmen aramaya koyuldu. Kralın çağrısını duyan tecrübeli ve bilge öğretmenler, sarayın önünde uzun kuyruklar oluşturdu. Kral hepsiyle bizzat görüştü, öğretmen adaylarından Mimoğul’la biraz zaman geçirmelerini istedi ve sonra onlara oğlu hakkındaki izlenimlerini sordu. Kimi Mimoğul’un çok güçlü ve zeki olduğunu söyledi kimi onu devler ülkesinin en zeki çocuğu yapacağını iddia etti kimisi de kendisini şehzadenin eğitimine adayacağını yeminlerle anlatıp durdu. Kraľ’ın duymak istediği cevap bunlardan hiç biri değildi. Adayların hiçbiri oğlunu gerçekten tanımaya çalışmamıştı. Diğerlerine göre daha genç ve tecrübesiz görünen ve Kralın listesinin sonlarında yer alan biri daha vardı. Kral diğer adaylara söylediklerini ona da tekrarladı: “Sana üç gün süre veriyorum.

Oğlumla zaman geçir ve sonra bana onu anlat. Eğer gözlemlerin doğru çıkarsa oğlumun öğretmeni olabilirsin.” Kral, son adaya umutsuzca baktı. Bu toy delikanlı oğluna iyi bir öğretmen olabilir miydi? Pek emin değildi doğrusu. “Peki!” dedi genç dev, kendinden emin bir şekilde. Üç gün çabucak geçti ve genç öğretmen, Kralın huzuruna çağrıldı. Şehzadeyle birlikteyken notlarını aldığı karmakarışık yazılarla dolu bir defter çıkardı çantasından ve konuşmaya başladı: “Kralım, zaten bunu herkes söylemiştir size ama ben de tekrarlayacağım: Oğlunuz son derece akıllı. Bu sarayın dışına hiç çıkmamasına rağmen doğa, hayvanlar, gökyüzü, yıldızlar, bitki örtüsü gibi konularda beni çok şaşırtan şeyler söyledi. Kütüphanenize gizli gizli girip kitaplarınızı karıştırdığını biliyor muydunuz? Hayal gücü şaşılacak derecede geniş. Saraya sıkışıp kalınca zihninde renkli bir dünya yaratmış. Hep büyüklerle konuşmaya alıştığı için onunla sohbet ederken bir çocukla değil de bir yetişkinle konuştuğumu düşündüm. Bu üzücü çünkü çocuk ruhu hızla büyüyor. Sizin gibi ulu birinin oğlu olmak hem çok güzel hem çok zor. Sizin heybetinizin altında eziliyor. Bir an önce büyümek için geceleri dua ediyor, gizli gizli ağlıyor. Size belli etmemeye çalışıyor ama kendini karınca gibi hissediyor sizin yanınızda. Bu üzüntüsünü bastırmak için de sürekli oyunlar icat edip duruyor.

Onu, bir kuşu kafese hapseder gibi buraya hapsetmiş olmanız, ülkenizi korur- muş gibi onu dış dünyadan sakınmanız neden ürkek bir çocuk olduğunu açıklıyor. Bu kadar akıllı bir çocuk, onu bir kafese kapattığınızın farkında değil mi sizce? Belki bunları söylediğim için beni cezalandıracaksınız ama olsun; cezalandırın, razıyım. Bir çocuğa rehberlik edebilmek için yaptığım işe önce kendim inanmam gerekir. Benim için de doğrusu budur. Belki de gördüğüm şeyleri siz göremiyorsunuz. Küçük, yardıma muhtaç, korumasız sandığınız o çocuk; farklı ilgi alanlarına ve yaratıcı bir zihne sahip. Bu üç günlük süre içinde aramızda güzel bir bağ kurulduğunu düşünüyorum. Belki de bugüne dek gördüğü, yaşına en yakın dev benim. İzin verin ona tüm bildiklerimi öğreteyim ve ondan öğreneyim.” Kral, bir solukta dünya kadar cümle kuran bu genç devin heyecanı karşısında şaşkındı. Nasıl olur da oğlu ile ilgili bilmediği bunca şeyi. onu yeni tanıyan bu genç öğretmen üç gün içinde anlamış olabilirdi? öğretmene derin bir saygı duydu. Aradığını bulmuştu. Oğlunun durumuyla ilgili yakınmak ve onu değiştirmeye çalışmak yerine onunla biraz daha zaman geçirebilmiş olsaydı;

onu anlamaya, tanımaya çalışmayı deneseydi belki de şu an öğretmenin bir çırpıda saydığı her şeyi kendisi zaten biliyor olurdu. Çok, çok üzüldü. Ama yine de böyle bir öğretmene rastlayabildiği için kendisi de oğlu da şanslıydı. Günler birbirini kovaladı, öğretmeniyle Mimoğul derin bir bağ kurdular, hem arkadaş hem yoldaş oldular; beraber keşfettiler, öğrendiler, üzüldüler, güldüler, öfkelendiler, eğlendiler. Mimoğul, artık daha hızlı öğreniyor daha çok Söz dinliyor daha heyecanla keşfediyordu. Büyüdüğünü her zamankinden çok hissetmenin verdiği cesaretle uzun zamandır babasıyla yapmak istediği o konuşmaya gelmişti sıra:
“Baba. Neden herkes bu kadar büyük?”
“Söylemiştim ya oğlum, biz deviz ve devler büyük olurlar.” dedi Kral.
“Peki, ben neden bu kadar küçüğüm öyleyse? Dur dur tamam, söyleme, cevabı biliyorum: Ben çocuk devim değil mi? Daha çocuk olduğuma göre tabii ki küçük ola- cağım.” diye kendi kendine cevap verdi Mimoğul. Kral, oğlunun kendi sorusuna verdiği bu cevaba hemen sarıldı ve “Evet, benim akıllı, biricik oğlum. Aynen öyle!” dedi huzursuz bir şekilde.
“Peki, o zaman ben ne zaman senin kadar büyük olacağım? Dur, bunun da cevabını biliyorum: Hiçbir zaman! Öyle değil mi? Benimle aynı yaşta çocuklar olduğunu biliyorum ama onlar benim kadar küçük değiller. Beni teselli etmek için söylüyorsunuz bunları. Ama inanmıyorum artık. Büyüyeceğime de inanmıyorum. Ben hep küçük kalacağım, daima böyle aşağıdan bakacağım herkese.” dedi Mimoğul umutsuzluk ve keder içinde.

İşte koca Kral’ın korktuğu başına gelmişti. Bir gün oğluyla bu konuşmayı yapacaklarını biliyordu. Ama yine de ona verecek bir cevabı yoktu. Olanları gözleri dolu dolu seyreden eşine üzüntüyle baktı. Kraliçe, gözlerini kaçırdı. Kral’ın aklına birden yıllar önce oğlunun durumunu danıştığı bilge ve perilerin sözleri geldi:
“Büyümeyi ancak Mimoğul istemeli.” Tüm bedenini bir heyecan kapladı.
 “Büyümek mi istiyorsun benim biricik oğlum?” dedi Kral umutla.
“Evet Baba, büyümek istiyorum, senin gibi olmak istiyorum.

Ama artık biliyorum, bu imkânsız.” dedi Mimoğul. “Bu kadar erken konuşma. Madem artık “büyümek istiyorum’ diyorsun, sana bunun mümkün olduğunu söyleyebilecek birileri var ve onları sana getireceğim oğlum. Ama ondan önce sana anlatmamız gereken şeyler var.” dedi Kral. Annesinin gözlerinden yaşlar süzülüyordu artık. Kral zihnini şöyle hızlıca toparladı, oğlunun ellerinden tuttu ve onu karşılarına oturttu. Sakin bir sesle anlattı:
“oğlum ister büyük ol ister küçük, biz seni çok seviyoruz. Doğduğunda o kadar küçüktün ki seni severken bile zarar verebiliriz diye korkuyorduk. Seni hep gözledik, korumaya çalıştık hatta başına bir iş gelir korkusuyla seni bu sarayın dışına bile çıkarmadık.

Bunları yaparken de elimiz kolumuz bağlı, büyümeni beklediğimizi zannetme sakın. Tüm diyarlardan her türlü ilme sahip bilge devleri, türlü türlü beceriye sahip perileri topladık saraya; sorduk, anlattık ama onlar da hiçbir şey yapamadılar. Aslında senin iyiliğin için yaptıklarımız, seni birçok şeyden mahrum etti.
” Kendini toparlayan Kraliçe devam etti: “Korktuk, korktukça daha fazla koruduk. İncinmenden, üzülmenden, kırılmandan, ağlamandan ve daha bir sürü şeyden ödümüz koptu. Oysa her şeyi yaşayarak öğrenebilecek güce, akla, imkâna sahiptin hep!

Diğer çocukların yaşadığı gibi yaşayamadın, lütfen bizi affet oğlum!” Mimoğul, duydukları karşısında daha fazla dayanamadı ve ağlamaya başladı. Gerçekten de hayal ettiği gibi bir dünya vardı ama kendisi o koca dünyada küçücük bir toz zerreciğiydi. Bu saraya hapsolmuş hissetti kendini. Odasına doğru ağlaya ağlaya yol alırken seslendi babası:
“Dur lütfen! Hâlâ bir umut var. Durdu küçük dev, dönüp anne ve babasına baktı. Şimdi yaşlı gözlerinde belli belirsiz bir ışıltı vardı. “Büyümeyi artık sen de istiyorsun. Şimdi güzelce uyu, sabah olduğunda bu dileğin gerçekleşecek.

” Mimoğul heyecanlanmıştı, acaba babasından ve öğretmeninden daha bilgili birileri de mi vardı? Böyle düşünürken ilk kez büyümeye dair bu kadar umutluydu. Gözlerini kapattı ve derin bir uykuya daldı. Kralın buyruğuyla diyarların en iyi bilgeleri ve sisli perileri bir kez daha sarayda, Kraľın huzurundaydılar. Kral ve Kraliçe, tahtlarında oturuyor Mimoğul ise öğretmeniyle beraber en önde, olan biteni izliyordu. Kral konuşmaya başladı:
 “Evet, tüm diyarların en iyi bilgeleri, en iyi perileri hoş geldiniz. Ben dediklerinizi yaptım. Yıllarca sabırla bekledim, bekledim. Elimden de başka bir şey gelmezdi zaten. İşte sonunda o gün geldi. Oğlum, Devler Diyarının müstakbel kralı Mimoğul, büyümek istiyor. Şimdi sıra sizde artık. Haydi, onu büyütün! Sonra dileyin benden ne dilerseniz!” Üç yaşlı bilge dev ve iki yaşlı sisli peri, kafa kafaya verip fısıldaşmaya başladılar. Konuştular. Tartıştılar. Sonunda uzlaştılar. Aralarından en bilge olan, parlak gümüş saçları yerleri süpüren peri konuşmaya başladı:

“Evet, haşmetli Kralım, devlerin devi, bu uçsuz bucaksız diyarın hükümdarı. Doğru söylüyorsunuz, beklenen gün geldi! Artık Mimoğul için büyüme vaktidir.”
“Haydi, o hâlde.” dedi Kral ve kükredi:
“Büyütün oğlumu derhal! Yıllardır bugünü bekliyoruz.” Kral ve Kraliçe, tarif edilemez bir mutluluk yaşarken Mimoğul’un öğretmeni pek sevinmiş gibi gözükmüyordu.

Küçük Mimoğul ise karmakarışık duygulara kapılmıştı. Şimdi büyürse üstündeki elbiseler parçalanıp yırtılacak mıydı? Artık bu ülkenin en küçüğü unvanını bırakmak zorunda kalacak ve tüm ayrıcalıklarını kaybedecekti. Ama başka çocuklarla tanışma fırsatı bulacak ve herkes gibi okula gidecek, gerçek arkadaşlar edinecekti. O tüm bunları düşünürken peri şöyle devam etti:

“Devlerin devi, bunu size nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Mimoğul’u büyüteceğim büyütmesine ancak sizin arzu ettiğiniz biçimde ve bu diyarda değil! Hiçbirimizin gücü yetmez buna. Ama herkesten büyük olabileceği bir diyara gönderebilirim onu. Böylece orada herkesten büyük olacak.” “Bu saçmalık da ne!” diye kükredi Kral. “Yıllarca bunun için mi bekledim ben? Ne cüretle karşıma geçmiş bunu yapamam diyorsunuz?

Siz benimle alay mı ediyorsunuz! Gözümün önünden bir dakika bile ayırmadığım oğlumu benden koparabileceğinizi mi sanıyorsunuz siz? Buna izin verir miyim hiç?” Cesur ve kendinden emin sisli peri konuştu:
“Sevgili Kral, teklifimiz bu. Dilerseniz buna şehzademiz karar versin. Yalnız bir şartımız var!”

Tüm gözler bir anda Mimoğula çevrilmişti. Şehzadenin yüzünde biraz korku biraz da şaşkınlık vardı. Cesur peri Mimoğul’a dönerek devam etti.
“Sen cevap vermeden şunu da söylemek zorundayız kıymetli şehzademiz: Seni göndereceğimiz yerde, herkesten büyük olacaksın ama orada bir görevin olacak. Bu görevi başarıyla tamamlarsan o zaman bu diyarda da büyüyebilirsin.” Mimoğul’un zaten karışmış olan aklı iyice kördüğüm olmuştu:
“Peki, nasıl bir görev bu?” diyebildi sisli periye.

Minik Dev Hikayesi
Minik Dev Hikayesi

Peri “Bu yalnızca senin yaşayarak öğrenebileceğin bir görev. Bunu sana, biz de dâhil hiç kimse söyleyemez.” Mimoğul düşündü: Sonunda ailesi, arkadaşları gibi kocaman olma şansı doğmuştu. Doğmuştu doğmasına ama başka bir diyarda. Burada sevdikleriyle kalmayı tercih ederse hep böyle minicik kalacaktı.
Kabul etmez ve daha sonra bu kararından ötürü pişman olursa ne yapardı? Peki, gitmeyi seçerse bir daha ne zaman ailesinin yanına geri dönerdi? Büyüme şansı vardı ancak başka bir diyarda. Burada sevdikleriyle kalabilirdi ama küçücük. Ne yapacağını bilemez bir hâldeyken öğretmeninin ellerini elinde hissetti. Öğretmeni gülümseyerek kendisine bakıyordu. Mimoğul’un omuzları düştü.

Kendisini artık çaresiz hissetmeye başlamıştı ki öğretmeni yardımına yetişti:
“Sen çok akıllı bir çocuksun. İhtiyacın olan her: öğrendin. Sahip olmak istediğin güç ve öz güven içinde bir yerlerde saklı. Fakat şimdiye dek bunları dışarı çıkarma, eyleme dönüştürme fırsatın olmadı. İşte şimdi bir imkânın var! Sakın korkma! Sen tahmin ettiğinden de cesur bir çocuksun! Oraya gittiğinde görevinin ne olduğunu anlayacak kadar zeki, görevini tastamam yapacak kadar da kararlısın.

Sezgilerine güven. Gitmek için hiç tereddüt etme! Başaracaksın! Biz de seni burada özlem ve umutla bekliyor olacağız.” Gerçekten bu kadar cesur muydu? Dünyası sarayın duvarlarından ibaret, dış dünyadaki yaşamdan bihaber, babasının gölgesinde büyütülmüş ürkek Mimoğul ne yapacaktı hiç bilmediği! diyarlarda? Görev nasıl bir şeydi? Üç başlı ejder ha ile mi savaşacaktı? Yoksa fırtınalı denizleri mi aşacak, türlü yaratıklarla mı mücadele edecekti? Nasıl bir macera bekliyordu onu? Küçük dev, tüm cesaretini topladı ve “Ben büyümek istiyorum bunun için gitmem gerekiyorsa gideceğim.” dedi.
“Bunu gerçekten istiyor musun?” diye tekrar tekrar sordu peri, Mimoğuľun cesareti onu şaşırtmıştı. “Evet!” dedi Mimoğul biraz titrek ama kararlı bir sesle. “Asla!” diye itiraz etti Kral.

Hıçkırıklar içinde “Olmaz!” dedi Kraliçe. Peri, küçük deve baktı ve gözlerindeki ışığı gördü. “O hâlde seni kimsenin senden daha büyük olmadığı bir diyara göndereceğim. Görevini bul ki seni geri getirebileyim.” dedi sisli peri. Kral kükredi, Kraliçe ağladı ve puff. Toz dumana karıştı ve Mimoğul, sırra kadem bastı. Sisli peri, saçları gibi gri bir sis bulutunun arasında bir kez daha kayboldu.

Mimoğul, gözlerini açmaya korkuyordu. Önce yüzünü okşayıp geçen rüzgârı hissetti. Derin bir nefes aldı. Ağaçların yaprakları hışırdıyordu. Yıllardır mermerlerle kaplı bir sarayda büyüyen Mimoğul, toprağın kokusunu içine çekti. Hava sıcaktı. Kapalı gözlerinin ardındaki güneşi hissediyordu. Gözlerini yavaşça araladı. Uçsuz bucaksız kırlar, yemyeşil orman, rengârenk çiçekler.

Mimoğul, heyecanla fısıldadı:
“İşte, dışarıdayım. Gerçek dünyada ve bambaşka bir diyarda! Üstelik yalnızım. Ne haşmetli babamın gölgesi var üzerimde ne de etrafım muhafızlarla çevrili.” Kitaplarda okuduğu “özgürlük” kelimesini şimdi tüm duyularıyla hissediyordu. Mimoğul, ilk kez özgürdü. Gördüğü her şey ilgisini çekiyordu. Ayağa kalktı ve yavaş yavaş yürümeye başladı. Çiçekler, otlar, ağaçlar ve diğer her şey onun “dışarı’yı keşfedişinin parçasıydı. Birden hareket eden bir beyazlık fark etti. Yaklaştı, yaklaştı. “Olamaz, bu bir tavşan!” dedi kendi kendine. Tavşanı takip etmek istedi ama minik tavşan, birkaç kere zıpladıktan sonra bir deliğe girip kayboldu. Bu durum Mimoğul’un canını sıktı.

Büyük olunca herkes ondan korkup kaçacak mıydı yani? Nereye gittiğini ve ne yapacağını bilmeden, aklındaki karmaşık düşüncelerle yürümeye devam etti. Rüzgâr elbisesinin içine doluyordu, güneş sıcacıktı, yürürken karşılaştığı taşlara, toprağa dokundu; mantarları sevdi, ağaç kabuklarını okşadı. Yenilebilir olduğunu düşündüğü bir şeyler buldu, karnını bile doyurdu. Böyle amaçsız gezinirken birden uzaktan sesler duydu, birileri mi konuşuyordu? Kalp atışları hızlandı, evet, yakında birileri vardı ve kendi aralarında tartışıyor gibiydiler:

“Burada ne işimiz var şimdi? Köyden de çok uzaklaştık. Herkes bizi aramaya başlamıştır bile! Çok kızacaklar bize, offf. Bırakalım gitsin işte, hem o çok akıllı bir köpek, bizden daha iyi bulur yolunu.” “onu bu koca ormanda yalnız bırakmayı nasıl düşünürsün! Bizim sorumluluğumuzda, ya başına bir iş gelirse? Sus ve aramaya devam et!” Mimoğul çok heyecanlanmıştı. İşte birileri vardı ve onlarla konuşabilirdi. Önce nerede olduklarını öğrenmeliydi. Sonra belki görevinin ne olduğuna dair bir ipucu bile elde ederdi.

Belki daha önce de buraya başka devlerin geldiğine tanık olmuşlardı. Sesin geldiği yöne ilerledi. Güm! Güm! Güm!
“N’oluyor? O ses de ne? Deprem! Koş!” Bu sefer kız kardeş de korkmuştu, abi haklıydı galiba. Koştular fakat fazla uzaklaşamadan kocaman bir gölgenin kendi üzerlerinde büyüdüğünü fark edip çığlık atmaya başladılar. Tüm güçleriyle koşmalarına rağmen Mimoğull’dan bir adım bile uzaklaşamadılar.

“Durun, lütfen durun! Neden kaçıyorsunuz benden?” Mimoğul’un sesi, dağı taşı inleterek etrafta yankılandı. İki kardeşin koşacak hâli kalmamıştı. Korkunun ve yorgunluğun etkisiyle ikisi birden yere yığıldı. Bunu fırsat bilen Mimoğul, koca ellerini uzattı. Bir anlık karanlık sonrası göz hizasına yükselttiği iki küçük canlının avucunun içinde, korkudan donakaldıklarını gördü. “iyi misiniz?” derken az daha elinden uçup gideceklerdi. Erkek olan kekeleyerek
“Lülülütfen bibibize zazarar veveverme lülülülütfen!” diyebildi. “Neden böyle garip konuşuyorsun? Sizin diliniz farklı sanırım.” dedi Mimoğul. iki cüce az daha sağır oluyordu.

Neyse ki kız kardeş, korkudan kekeme olmamıştı ve aynı cümleyi tekrarladı. “Lütfen bırak gidelim zarar verme bize, biz köpeğini arayan iki cüceyiz yalnızca!” dedi. “Heh, sonunda. Sen benim dilimi biliyorsun!” dedi Mimoğul. “Biraz sessiz konuşmazsan kulaklarımız sağır olacak ve daha kötüsü avucundan uçup yere çakılacağız.” diye bağırdı kız olan cesur cüce.
“Ah, özür dilerim!” dedi Mimoğul ve sesini kısmaya çalıştı. Ne kadar başarılı olduğu tartışılır tabii.


“Neden benden korktunuz? Size zarar vermeyeceğim ki ben. Sadece bir görevi yerine getirip gideceğim. Buraya büyümeye geldim. Siz büyümek için ne yapmam gerektiğini biliyor musunuz?”
“Büyümek mi? Sen zaten bir devsin daha ne kadar büyüyebilirsin ki!” derken korkudan ve şaşkınlıktan bayılacağını sandı kız cüce. Mimoğul kendisinden küçük birileriyle ilk kez konuşuyordu. Büyük olmanın verdiği gücün de farkında ve onları elinden kaçırmak istemiyordu.

büyük olmanın verdiği gücün farkında varmaya başlamıştı. “Biliyor musunuz kendimden küçük birileriyle ilk kez konuşabiliyorum dedi Mimoğul. “Çünkü sen bir devsin biz ise cüce. Elbette senden küçük olacağız. Herkes ve her şey sizin ırkınızdan küçük zaten.”

dedi erkek cüce. Artık kekelemiyordu çünkü yaşadığı şaşkınlık, korkusunun önüne geçmişti.
“Şimdi anladım, siz cücesiniz! Hani şu efsanelerdeki, masallardaki cücelerden. Daha önce hiç cüce görmemiştim. Gerçi bu pek şaşılası bir durum değil.” dedi Mimoğul.
“Harika! Şimdi de ne olduğumuzu bile bilmeyen bir dev ile karşı karşıyayız.” dedi erkek cüce, kız kardeşine fısıltıyla.

Kız kardeşi dürttü onu. “Şişt! Duyacak. Onu kızdırırsak başımıza neler gelir bir düşünsene! Onu ikna etmeye çalışacağım. Ne dersem beni onayla yeter. Onun dışında ağzını bile açma!” dedi kız cüce. “Himm, şey! Dev varlık, istersen bizi yere indir ve aşağıda konuşalım sakin sakin. Çünkü burası çok yüksek ve ben yüksekten korkarım.” Mimoğul akıllıydı elbette, indirdiği vakit kaçıp saklanacaklarını biliyordu ve onları bir daha bulamayabilirdi.

Kendisi de sarayda oyun oynarken küçük olmanın avantajlarını kullandığından çok iyi biliyordu bunu. Yine de “Peki!” dedi Mimoğul. Yere çömeldi, böylece biraz alçaldılar ama yine de iki cücenin atlayamayacakları bir yükseklikte kalmalarını sağladı.
“Biliyor musunuz benim ilk arkadaşlarım siz olabilirsiniz. İlk çocuk arkadaşlarım. Adım Mimoğul. Bu benim için çok önemli bir an.” diyerek gülümsedi.

Minik Dev Hikayesi Oku
Minik Dev Hikayesi Oku


“Ne arkadaşı ne saçmalıyor bu!” dedi huysuz erkek cüce.
 “Sus dedim sana!” dedi kız kardeşi ağzının içinde belli belirsiz.
“Evet, dev varlık yani neydi adın? Mimoğu. O zaman arkadaşız artık ama arkadaşlar birbirlerini avucunun içinde taşımaz öyle değil mi? Haydi, hep beraber oyun oynayabilmemiz için bizi yere indir, sana en sevdiğimiz oyunu gösterelim.” dedi kız cüce. Mimoğulun sezgileri ondan hâlâ korktuklarını ve kaçmaya çalışacaklarını söylüyordu. Ama bir yandan da onlarla gerçekten arkadaş olmak istiyordu. Öğretmenin söyledikleri geldi aklına: “Biri ile arkadaş olmak istiyorsan önce onun güvenini kazanmalısın. Bunun için de dürüstlük anahtarını kullan.

Doğruyu söylersen her gönül sana kapılarını açar.” O an altın bulmuş kadar sevindi ve söze girdi:
“Önce beni dinlemenizi istiyorum sonra sizi yere bırakacağım, anlaştık mı?” dedi. Cüce kardeşler bu teklifi çaresiz kabul etti. Başka seçenekleri var mıydı bu koca varlık karşısında? “Ben devler ülkesinde Kral Devin oğlu olarak dünyaya gelmiş ama aslında şanssız biriyim.

Bakmayın böyle kocaman göründüğüme, benim ülkemdeki herkes benden daha büyük. Ben en küçükleriyim. Zavallı anne ve babamın, diğer Çocuklar gibi olabilmem için çalmadıkları kapı, düşünmedikleri çare kalmadı. Beni koruyabilmek için de sarayın dışına hiç çıkarmadılar. Bu yaşıma gelinceye kadar dışarıya hiç çıkamadım, okula bile gidemedim.

Şimdi benim için bir umut doğdu;
“sisli periler, herkesten daha büyük olacağım bir diyarda bilmediğim bir görevi başarabilirsem geri döndüğümde onlar kadar büyük olabileceğimi söylediler ve beni buraya gönderdiler. İşte bütün hikâyem bu.” Hüzünlü sesi, cüceleri etkilemişti. Diğer devlerin boyutlarını düşünmek ise bir o kadar ürkütmüştü. Hem iyi birine benziyordu. Bir lokmalık canları vardı, istese avucunun içinde sıkıp ikisinin de canını yakabilirdi. Ama yine de yeni tanıdıkları birine güvenmek saflık olurdu!

Mimoğul “Madem beni dinlediniz, artık ben de Sözümü tutabilirim, sizi şimdi yavaşça yere bırakıyorum.” dedi ve avucunu olabildiğince yavaş bir şekilde toprağa değecek kadar alçalttı. Ayakları yere değer değmez sanki sözleşmişler gibi cüce kardeşler koşmaya başladılar.

Mimoğul şaşkınlıkla bakakaldı, iki kardeş saniyeler içinde gözden kaybolmuştu. Seslendi: “Neden yaptınız bunu? Size açık yüreklilikle doğruları söyledim, zarar vermeyeceğimi de anlattım. Yalnızca arkadaş olmak istiyordum.”

Bir ağacın kovuğuna giren cüceler, Mimoğul’un hüzünlü seslenişlerini dinlediler. Erkek cüce fısıldadı: “Haydi, şimdi hızlıca çıkacağız ve köye doğru koşacağız. Herkesi uyarmamız gerekiyor! Köyümüze gelirse ne yaparız? Üç dediğimde tüm gücünle koş! Birrrr, ikii, üççç! Şimdi!”

O da ne! Kovuktan çıkan iki kardeş, var gücüyle iki farklı yöne koşmaya başlamasın mı? Biri köye doğru biri Mimoğul’a. Erkek cüce, kız kardeşinin bu denli yanlış bir karar vereceğini hiç düşünmemişti ama yalnız da bırakamazdı onu. Çaresizce geri döndü, kardeşinin peşinden

koşmaya başladı. Kız cüce, Mimoğul’un yanına varmıştı bile. Avazı çıktığı kadar bağırdı, ellerini salladı, olduğu yerde zıpladı: “Heyyyy, dev çocuk! Buradayım!” Mimoğul, yalnızlık ve çaresizliğinden sıyrılıp yere baktı, zaten kocaman olan gözleri fal taşı gibi açıldı. “Geri döndün!” dedi sevinçle.

“Evet, döndüm çünkü içimden bir ses dönmemi söyledi. Babam içimdeki sese kulak vermemi öğütler.” dedi kız cüce. Dürüstlüğün işe yarayacağını biliyordu Mimoğul, öğretmeni yanılmamıştı. Biraz sonra erkek cüce de yanlarına geldi. Nefessiz kalmıştı, oracığa bırakıverdi kendini. Mimoğuľun sevinci ikiye katlandı. “Şimdi arkadaş mıyız?” dedi. “Öyle kolay değil!” dedi erkek cüce. Ona hâlâ güvenmiyordu.

“Bize bir iyilik yapman lazım.” diye devam etti çünkü aklına harika bir fikir gelmişti. Heyecanlanan Mimoğul aradığı fırsatı yakalamak üzereydi. “Ta-taa-bi-bi ki tabii ki!” diye kekeledi heyecandan. Erkek cüce bir kahkaha attı ve “Demek ki sen de bu dili biliyorsun!” dedi. Mimoğul da kahkaha attı.

Keşke atmasaydı. Yer yerinden oynadı. “Köpeğimizi kaybettik. O bizim en yakın dostu- muzdur, onu bulmamıza yardım edersen senin arkadaşın olabiliriz.”
Kız ne kadar sevecen ise erkek cüce de o kadar kurnazdı. “Gerçekten onu bulmamıza yardım eder misin?” dedi kız. “Elbette, elbette ederim.

Hem size yardım edersem büyüyebilirim. Belki de perinin bahsettiği görev budur. Kim bilir?” dedi Mimoğul. Öğretmeninin ona öğütlediği bir diğer şey geldi aklına: “Güçlü yönlerini kullan.” Güçlü yönü, bu diyardaki en büyük canlı olmasıydı; tüm ormanı, kuş bakışı inceleyebilirdi. Birkaç adımı cücelerin bir saatlik yürümesine eş değerdi, hem de onları avucunun içinde güvenle taşıyabilirdi. Böylece köpeklerini bulur, dördü birden oyun oynar ve periyi çağırıp görevini tamamladığını söylerdi.

Ardından devler ülkesine döner, büyümüş olarak yaşamına devam edebilirdi. Harika bir plan! Ama bu kadar kolay mıydı büyümek? Cüceler avucunda, başladılar köpekçiği aramaya. Bir yandan kız, köpeklerini tarif ediyordu: “Gri, upuzun tüyleri var.

Gözleri mavi, orta boylarda, biraz ürkek ama çok tatlıdır.” Orta boy nasıl bir şeydi acaba, şunun gibi mi? Aniden eğilip diğer eliyle gri bir şey kaptı Mimoğul. Göz hizasına getirirken onun bir fil olduğunu fark etti. Zavallı fil; var gücüyle çırpınıyordu, az kalsın düşecekti. Neyse ki fili sağ salim yere bıraktı. Cüceler kıkırdarken “Özür dilerim.” dedi Mimoğul “Ben anlayamadım, orta boy nasıl oluyor?”

“Filden küçük, tavşandan büyük.” dedi erkek cüce, hafifçe sırıtıyordu. Yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı bizim küçük deve. İyice kafası karıştı Mimoğul’un ama aramaya devam etti. Köpeğin ürkek olduğunu hatırladı ve kendisinin de korktuğu zamanlar geldi aklına. O vakit hep bir ağaç arar, onun heybetine, gölgesine sığınırdı. “Ağaçların dibine bakalım.” diye önerdi. “Olur, iyi fikir.” dedi cüceler.

Uzunca bir arayıştan sonra, umutlarının artık kesildiği bir anda, büyük bir ağacın kuruyup devrilmiş gövdesinin altında, korku içinde buldular köpekçiği. Cüce kardeşler mutluluktan havalara uçuyordu. Mimoğul’un avucunda döne döne zıplamaya başladılar.

Avuçları gıdıklanan Mimoğul ise kıkır kıkır gülüyordu. iki kardeş, köpeklerine sevgiyle sarıldılar. Herkesin içini bir sevinç kaplamıştı. Mimoğul, kendi ülkesinde bir şeyler yapabilmek için çoğunlukla yardım almak zorunda kalırdı. Birilerinin onun yardımına ihtiyaç duyması görülmüş bir şey değildi. İlk defa yaşadığı bu his, çok hoşuna gitti. Galiba onlarla arkadaş olmayı da başarmıştı. Bugün ondan mutlusu yoktu. Eve döndüğünde de nasılsa büyüyecekti. Her şey harika gitmiş, bir sürü anı biriktirmişti. “Bana söz vermiştiniz unutmadınız değil mi?

Haydi, şimdi oyun zamanı!” dedi Mimoğul, sesi yine kontrolsüz çıkmıştı. Cüceler uçmamak için bir kütüğe tutundular, köpekçik de kardeşlere tutundu. “iyi de ne oynayacağız ki?” dedi erkek cüce? “Saklambaç olmaz. Hep biz kazanırız. Yakalamaca olmaz, hep sen kazanırsın. Yüzme yarışı yapalım desek malum, sen suya girince nehirler taşar. Kulaktan kulağa hiç olmaz, sağır olmaya niyetim yok. Çok üzgünüm, devler ve cüceler arasında oynanacak bir oyun icat edilmemiş galiba.” “Beraber yapabileceğimiz bir şey olmalı ama.” dedi Mimoğul. “Bir şey yapmak zorunda mıyız? sen de çok yoruldun biz de. Hadi şu ağacın altında oturup biraz dinlenelim. Hem belki biraz sohbet ederiz.

Bu kadar şey yaşadık ama sakince hiç konuşamadık, sen adını söyledin ama daha bizim isimlerimizi bile bilmiyorsun.” dedi erkek cüce. Mimoğul da ona hak verdi. Maceranın ortasındayken hissetmemişti ama o da yorulmuştu. Erkek cücenin işaret ettiği ağaç hayli büyüktü.

Mimoğul sırtını ağaca dayadı, cüce arkadaşlarını da tam göz hizasına denk gelen bir ağaç dalına bırakıverdi. İki cüce ağacın dalına oturup ayaklarını aşağıya sallandırdılar. Doğrusu ağaç pek rahattı. Dal yüksekti ama yanlarında kocaman bir arkadaşları vardı ne de olsa, düşmelerine müsaade etmezdi. Cüceler önce isimlerini söylediler: Kızın adı Lili, erkeğinki Puti’ydi. Sonra tatlı tatlı sohbet etmeye başladılar. Tabii ki en çok merak ettikleri şey birbirlerinin hayatlarıydı.

ediyorsanız bana sorabilirsiniz. Sonra da ben sorarım. Öncelik sırası küçüklerin olsun.” derken gülüyordu küçük dev. “Devler gerçekten de çok mu sinirli?” dedi Puti. “Hayır, herkes gibi sinirlenmesi gereken zamanlarda sinirlenirler ama evet, çook çok büyük oldukları için öfkelendikleri zaman yer gök inler.” diye yanıtladı Mimoğul.

“Sıra bende! Küçük olmak nasıl bir duygu?” diye soruverdi. Kendi ülkesinde yaşadıkları geçti zihninden. “Yani iyi tarafları da var kötü tarafları da. Çabucak gizlenebiliyoruz mesela. Öyle kolay kolay yakalayamaz bizi kimse. Gizlenme ustasıyızdır fakat ortalıkta dolaştığımız her an bir hayvan tarafından ezilme tehlikesi altındayız. Ağaçların tepesindeki en güzel meyveleri toplamak için çok çaba harcarız. Sık sık göç ettiğimiz için uzak diyarlara ulaşmamız çok zaman alır. Doğa olayları bizi herkesten daha fazla etkiler.

Ama doğanın sunduğu yemişlerle küçük karınlarımız hemen doyar. Böylece başka canlılara da besin kalır. Arı gibi çalışırız, keşfe çıkarız, her deliğe girer, her sırrı duyarız. Küçük olduğumuz için aklımızı kullanmak zorundayız yoksa hayatta kalmamız zor.” diye tamamladı sözlerini Lili. “Ne güzel anlattınız.” dedi Mimoğul.

“Annemin babamın kıymetini bir kere daha anladım siz konuşurken. Onlara çok belli etmek istemesem de içten içe hep şikâyet ederdim küçüğüm diye. Oysaki bu sıkıntıları yaşamayayım diye ne kadar uğraşırlardı. Sadece onlar mı? Herkes etrafımda pervane olurdu.” Cümlesi biter bitmez, içinde, tam kalbinin ortasında derin bir özlem hissetti Mimoğul. Daha evden ayrılalı ne kadar olmuştu ki?

Ama yine de evini, ailesini özlemişti. “Sen neden büyümek istiyorsun?” diye sordu erkek cüce. Düşündü Mimoğul, düşündü ve bu sorunun cevabını bilmediğini fark etti. Nereden bilsin zavallıcık! Yıllardır anne babasının en büyük dilekleri buydu ve zamanla Mimoğul’un da en büyük arzusu hâline gelmişti büyümek. Kendini farklı, eksik hissetmesinin yanında varlığıyla anne ve babasına üzüntü verdiğini de biliyordu içten içe. Nasıl bilmesin? Sarayda yıllarca girmediği delik kalmamıştı küçük olduğu için. Çoğu zaman bir görünmezlik pelerini varmış gibi gezinirdi.

Herkesin ona ne kadar üzüldüğünü, acıdığını, onu koruyup mutlu etmeye çalıştığını biliyor, duyuyor ve görüyordu. “Bilmem ki!” dedi. “Babam Kral, devlerin devi. Çok akıllı bir adamdır.

Herkes ona saygı duyar, herkese yardım eder, sevgi doludur. Ben galiba onun gibi olmak istiyorum ve bunun tek yolu var bence o da büyümek! Sonra annem. O da hep endişelidir küçüğüm diye. Büyürsem an- hem endişelenmekten vazgeçer ve beni korumak zorunda kalmaz, ben onu korurum. He! Bir de onlar da hep büyümemi isterlermiş bunu da artık biliyorum.” dedi Mimoğul yalnızca.
“Mimoğul, bu özelliklere sahip olman için büyümek zorunda değilsin!

Bir kere çok cesursun buraya kadar tek başına geldin; yardımseversin, bize yardım ettin; dürüstsün, hikayeni olduğu gibi anlattın; güvenilirsin, sözünde durdun, köpeğimizi buldun, bizi serbest bıraktın. Sen, olman gerektiği gibisin. Sadece bunları bugüne dek göremedin çünkü deneyimlememiştin.” dedi akıllı Lili.

Köpekçik de onu onaylarcasına havladı. Mimoğul ilk kez bu kadar güzel sözler duyuyordu hem de saray dışındaki dünyada edindiği ilk gerçek arkadaşlarından. “Siz de çok cesursunuz.” dedi. “Ben sizden çok iriyim ama bana güvendiniz, kaçıp gitme şansınız varken yanımda kaldınız. Size ihtiyacım olduğunu anladınız, çok çok teşekkür ederim. Artık gitme vakti geldi.

Son bir iyilik yapmama izin verin, size köyünüze kadar eşlik edeyim.” dedi Mimoğul sevinçle. Duygusal hava bir anda dağıldı. “Olmaz!” diye bağırdı Puti. “Biz Saklıköy’de yaşarız ve bu bizim sırrımızdır.

Konakladığımız yerleri yüzyıllardır bulan olmadı. Biz birbirimize ve geleneklerimize bağlıyızdır. Artık arkadaşımız olsan da yüzyıllık sırrı bir deve söyleyemeyiz, lütfen anla!” Merak duygusu içini kemirse de cücelere saygı duydu Mimoğul. “Peki o hâlde. Ama izin verin köyünüzün yakınlarına bırakayım sizi, sağ salim gittiğinizden emin olmalıyım.” dedi. “Bunda bir sakınca görmüyorum, sana yolu tarif edeyim:


“Önce Ağlayan Dağ’a doğru iki bin adım. Tabii senin adımlarınla bu mesafe 20 adım kadardır. Sonra Fısıldayan Orman’ın içinden kuzeye doğru bin iki yüz adım. Bu durumda sen 15 adım atsan yeter.” Mimoğul, köpekçik ve cüceler bu karmakarışık yol tarifine uygun olarak bir süre yürüdükten sonra “İşte, bizi burada bırakabilirsin.” dedi Puti. Kardeşler, devin parmaklarına minnettarlıkla sarıldılar. Şimdi vedalaşma zamanıydı. Lili, Mimoğul’u yanağından öpüverdi.

Mimoğul daha ne olduğunu anlayamadan küçük köpekçik de gelip Mimoğul’un yanağını yalayınca herkes gülmeye başladı. Köpeğin sevinçle sallanan kuyruğunu işaret eden Puti:
“O da seni çok sevdi minik dev arkadaşımız.

Sen bize yardım ettin, biz de senin gönlünden geçenlere ulaşmanı diliyoruz. Eğer buralara yolun tekrar düşerse mutlaka bizi bul. Hoşça kal!” dedi ve el sallayarak Mimoğulunyere oldukça yaklaştırdığı avucundan zıpladı.
“Seni hiç unutmayacağız. Yolun açık olsun.” dedi iki kardeş cüce.
“Ben de. Ben de sizi unutmayacağım. Sizden çok şey öğrendim. Hem kim bilir belki zamanın birinde tekrar buluşuruz. Hoşça kalın arkadaşlarım!” dedi Mimoğul, koca gözlerinde göletler oluştu. Onlar gözden kayboluncaya kadar arkalarından baktı, hem mutlu hem de hüzünlüydü. Arkadaşları gidince bir anda boşluğa düştü. Ben buraya bir görevi tamamlamaya gelmişti.

İki cüce tanıdım, onlara yardım ettim ve gittiler. Etrafta başka kimse olmadığına göre demek ki geliş sebebim buydu. O zaman artık geri dönebilirim.” Daha önce hiç bu kadar iyi hissetmemişti kendini. Şimdi dibinde uyandığı meşe ağacını bulup periyi çağırma vaktiydi. Meşe ağacını bulması epey zaman aldı. Cüceler gerçekten saklanmayı çok iyi biliyordu. Yorgunluktan bitap düşmüştü ama bu maceraya değerdi doğrusu. “Sisli Peri buradayım, görevimi tamamladım, artık büyüyebilirim.” diye şakıdı gökyüzüne doğru. Pufff! Sisler arasından yaşlı peri beliriverdi. Geçen kısa zamanda yerleri süpüren gümüş saçları iyice uzamış gibiydi. “Merhaba sevgili Mimoğul’um seni hep izledim ve seninle gurur duydum; cesaretinle, dürüstlüğünle, yardımseverliğinle.” dedi peri.
“Yaşasın, o hâlde artık büyüyebilirim! Haydi, yap peri; büyüt beni, buna hazırım!”
“Üzgünüm sevgili yavrum ama görevin henüz bitmedi.”
“Ama nasıl olur? Yardım ettim arkadaşlarıma.”
“Evet, ancak bunu sadece büyümek için yaptın öyle değil mi?”
“Hayır, bu doğru değil. Ben onları sevdim, ilk arkadaşlarım onlar benim. Onları sevindirmek istedim, büyümeyecek olsam da yardım ederdim. İnan bana peri.”

“Söyleyeceklerim bu kadar Mimoğul. Şunu bil ki arkadaşlarının sana ihtiyacı olacak.” Puffff! Peri, bir anda kayboldu tanıdık sis bulutları arasında… “Heeey! Dur, gitme! Beni burada bırakamazsın! Birazdan gece olacak, hava kararacak. Yalnız ne yaparım koca ormanda? Heeey, nereye gittin? Sisli Peri? Eve dönmek istiyorum artık, geri götür beni! Lütfennn!” Mimoğul’un başta güçlü çıkan sesi artık neredeyse yalvarmaya dönüşmüştü. Sisli Peri gitti. Mimoğul’un gözleri doldu ve artık kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Devler çok zor ağlarlar ama ağladıkları zaman da susmaları biraz zor olur. Bedeni küçük olsa da Mimoğul da bir devdi ve devlere ait bütün karakter özelliklerini taşıyordu. Gözlerinden akan yaşları durduramadı. Ağladı, ağladı, ağladı. Önce kıyafetleri ıslandı gözyaşlarından, sonra ayaklarının dibinde iki minik göl oluştu. Derken göller büyüdü, akmaya başladı. Hıçkırma ve ağlama seslerinden çevredeki hayvanlar ürkerek kaçışmaya başladı. Mimoğul neye yol açtığını fark ettiğinde artık her şey için çok geçti. Mimoğul’un gözyaşları o kadar büyük bir sele yol açtı ki yükselen sular, önüne çıkan ot, çiçek, böcek ne varsa sürükledi.

Derken Mimoğul’un sesi birden kesildi. “Bir dakika! Arkadaşlarım?” Erkek cücenin sesi kulaklarında yankılandı:
“Yağmur gibi basit doğa olayları bile bizim için büyük tehlike.” Acaba Sakliköy buradan gerçekten uzak mıydı? Ya köyün yakınlarındaysa ve bu gözyaşı seli onlara zarar veriyorsa? Hemen arkadaşlarını bulmalıydı. Ama köyün nerede olduğunu bilmiyordu ki. Telaşlanmayı bırakıp onları bıraktığı yerin tarifini hatırlamaya çalıştı ve hızlı adımlarla oraya doğru yürüdü. Arkadaşlarıyla ayrıldıkları yere ulaştığında etrafta koşturmaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu: “Hey! Neredesiniz? Arkadaşlarım, yarattığım felaketten sizi kurtarmaya geldim!” Maalesef ses yoktu. Seslenmeye devam etti. Bıkmadan ilerledi. Derken cılız çığlıkları işitip kulak kesildi. “Geldim sizi kurtaracağım, korkmayın buradayım!” dedi Mimoğul. Sesin geldiği tarafa doğru ilerleyip neredeyse dizlerine ulaşan sulara elini daldırdı. Sudan çıkardığı eline arkadaşlarına benzeyen birkaç cücenin tutunduğunu gördü. Korku içinde deve bakıyorlardı. Hemen onları yüksekçe ve kuru bir yere koyup ellerini tekrar tekrar suyun içine daldırdı ve her daldırışında onlarca cüce kurtardı. Tekrar döndü bir avuç daha.

Arkadaşları yine yoktu. Bir avuç daha. Yine yoklardı! Ya onlara bir şey olursa ne yapardı? içini derin bir keder sardı. Boğazı düğümlendi, göz çukurlarında küçük göletler oluştu. Son bir avuç daha ve. Yaşasın! İşte parmaklarına tutunmuş cüceler arasındaki dostlarını tanıdı İçi huzur dolarken avucundakileri güvenli alana taşıdı. Arkadaşlarını tekrar aldı. İyi olduklarından emin olmalıydı. Biraz sonra öksürerek ve ağızlarından sular püskürterek kendilerine geldiler. Küçük devin gözleri, arkadaşlarını görünce sevinçle parladı. Onlar da Mimoğulun kendilerini kurtardığını anladılar.

Ama Mimoğul gözleri dolu dolu özür diliyordu. Defalarca özür diledi, diledi. Her şey onun suçuydu. Ağlamamak ve yeni bir felakete sebebiyet vermemek için tuttu kendini. Perinin onu burada bıraktığını bu yüzden korkup ağlamaya başladığını, geri kalan hikâyeyi anlattı. Sebep olduğu felaketi nasıl telafi edeceğini bilemiyordu. Ama cüceler gülümsüyordu. “Ömrümde böyle ağlama görmedim. Tarlalarımızı ektiğimiz zaman da bekleriz, ekinleri sulamaya büyük faydan olur.” dedi kendini daha önce toparlayan Lili. “Olur, gelirim tabii. Şey. Bana kızmadınız mi yani? Neredeyse canınızdan oluyordunuz!”

Minik Dev
Minik Dev

“Mimoğul bu senin suçun değil. Biz selin geleceğini çok uzun zaman önce tahmin etmiştik. Köyümüz nehir kıyısındaydı ve eriyen karlar, yavaş yavaş nehre karışarak suları yükseltiyordu. Ancak tahminimizden önce geldi taşkın.” dedi Puti.
“Yani bu sel, benim yüzümden olmadı mı? Ben üzülmeyeyim diye mi böyle söylüyorsunuz?” diye sordu minik dev.
“Hayır, tabii ki de senin yüzünden değil. Fakat bak kendi derdine düşüp bizi unutmadın, hepimizin hayatını kurtardın.” dedi erkek cüce.
Puuuff. Aniden sis bulutunun arasından peri beliriverdi. Biraz daha uzamış gümüş saçları ışıl ışıldı. Tüm zarafetiyle konuşmaya başladı: “Şimdi görevin tamamlandı benim sevgili yavrucuğum, korksan da karanlık ormana daldın arkadaşların için. Sadece onları değil tüm cüce ırkını kurtardın. Bir an bile tereddüt etmedin bunları yaparken. Bu kısa yolculukta çok şey öğrendin.” dedi.

Mimoğul heyecanlandı “Yoksa evime mi dönüyorum?” diye sordu. “Evet dönüyorsun. Hadi arkadaşlarınla vedalaş!” Mimoğul kendi ülkesinde cücelerle tanışan ve hatta onlarla arkadaş olmayı başaran tek dev olabilirdi. Kendini şanslı hissetti. “Hoşça kalın! Sizden çok şey öğrendim. Unutamayacağım hatıralarım oldu ve iyi ki tanıdım sizi.”

Lili. “Tamam lütfen duygusallaşmayalım, yine ağlamanı istemeyiz.” dedi gülerek. “Biz de seni çok sevdik, bu hâlinle de sevdik, başka türlü olsaydın da severdik. Çok düşünme olur mu? Yaşa gitsin!”
Bu tatlı cümleler bir göz kırpma hareketiyle biter bitmez Puti ekledi: “Büyüsen de büyümesen de dert etme Mimoğul. Sen bu hâlinle zaten çok değerlisin. Bu kalp sende oldukça herkes seni sever de sayar da! Bizi unutma!”

Bir rüzgâr ve ardından toz dumana karıştı. Puff! Arkalarında gri bir sis bulutu bırakarak yok oldular. Mimoğul’un son gördüğü şey bir kayanın üzerinde ıslak kıyafetleriyle ona el sallayan ve gülümseyen cüce arkadaşlarıydı

Gözlerini binbir güçlükle açıp kendine geldiğinde tanıdık bir salonda ve tanıdık yüzler karşısındaydı. Annesini, babasını ve evini çok özlemişti. Ailesinden uzak kaldığı dönemde onlara olan özlemi, kızgınlığını hafifletmişti. Yokluğunda Kral ve Kraliçe’nin zayıfladığını, yaşlandığını fark etti. Cüceler Diyarında geçirdiği zaman dilimi, sandığından daha uzundu galiba. Yatağında doğruldu ve anne babası ile kucaklaştı. Kucaklaştı kucaklaşmasına ama o da ne! Hâlâ küçücüktü! Anne ve babasının devasa bedenlerinin yanında. “Neler oluyor?” dedi. Telaşlanmıştı.

Annesi ve babasının yüzü yine o tanıdık hüzünlü ifadeye büründü. Çok üzgün oldukları belliydi. Tek başına çıktığı zorlu yolculuğa ve yerine getirdiği görevlere rağmen küçük dev, hâlâ büyümemişti. Peri, sözünde durmamıştı oysa perinin tüm isteklerini yerine getirmişti. İsyan etti, üzüldü, ağladı. O ağladıkça annesi ağladı, babası öfkelendi. Ama hayat devam etti.
Mimoğul sonraki günler cüceler ülkesinde yaşadıklarını tekrar tekrar düşündü, arkadaşlarını hatırladı en önemlisi de onun için söyledikleri güzel cümleler çınladı kulağında. Hem büyük olmayı da tatmıştı. Öğretmeni onunla gurur duyuyordu. Çünkü Mimoğul; kendisine öğretilen her şeyi uygulamış, tek başına mücadele etmiş ve kazanmıştı. Mimoğul zaten büyümüş. akıllanmış, olgunlaşmıştı ama bedeni hâlâ minicikti. Fakat hayata dair düşüncelerinin değiştiğini fark ediyordu. Ülkesini merak ediyor; arkadaşları olsun, okula gitsin, oyun oynasın, bugüne dek elinden alınmış tüm hakları geri verilsin istiyordu.

Artık daha cesur, daha güçlü hissediyordu kendini, hiç olmadığı kadar öz güven doluydu yüreği. Şimdi içinde bulunduğu durumu daha da iyi anlıyordu. Dünya saraydan ibaret değildi! Artık eskisi gibi, korkuyla karışık merak değil; cesaret ve güvenle harmanlanmış bir merak hissediyordu. Babasıyla konuşacaktı. Ertesi sabah tüm cesaretini topladı, cümlelerini zihninde teker, teker prova etti ve anne babasının karşısına dikildi. Dünkü karmaşada dinlenmesi için herkes onu rahat bırakmış, kimse bir şey sormamıştı. Şimdi teker, teker tüm yaşadıklarını anlatma zamanıydı. Annesi de babası da biraz şaşkınlıkla ve biraz da gururla Mimoğul’u dinlediler. Heyecanı biraz yatışınca anne babasının yüzüne saygıyla baktı ve ekledi: “Canım annem, canım babam! Bu yaşıma gelene kadar beni en küçük tehlikelerden bile korudunuz. Dışarı çıkınca bunu çok daha iyi anladım. Orada, benden çok daha küçük canlılar vardı. Onlarla arkadaş oldum. Onları tanıdım ve fark ettim ki onlar, çok daha büyük varlıkların arasında kendilerini koruyabilecek şekilde yaşamayı öğrenmişler. Ben de kendimi korumayı öğrenebilirim. Artık korkmuyorum. Beni korumanıza gerek yok, ben bunu başarabilirim. Bana güvenmelisiniz, ben kendime güveniyorum ve gerçek arkadaşlıklar istiyorum.

Yaşantımdaki renkler, tatlar artık bana yetmiyor. Öğretmenimle, muhafızlarla ilişkim, cücelerle kurduğum arkadaşlık gibi olmuyor. Onlardan çok şey öğrendim eğer onlar benimle arkadaş oldularsa ben de diğer devlerle arkadaş olabilirim. Bedenim küçük olabilir ama ben büyüdüm. Siz izin vermezseniz ruhum da küçük kalmaya devam edecek. Lütfen, büyümeme müsaade edin çünkü biliyorum bunu yapabilirim!”
Kral ve Kraliçe çok duygulanmıştı. Evlatları onların gözünde küçüktü ama belli ki onun yüreği kocamandı. Kral artık oğlunun büyüdüğünü anladı. Onu bu sarayda daha fazla tutamazdı.


“Seninle gurur duyuyoruz oğlum. En başından beri hep çok akıllı ve çok olgun bir çocuk oldun. Fiziksel olarak yaşıtlarından çok küçük olmana o kadar takılıp kalmıştık ki yüreğinin büyüklüğünü göremedik. Nasıl istersen öyle yap oğlum, çıkmak mı istiyorsun işte ‘dışarısı’ senin! Okula mı gitmek istiyorsun, git! Biz her ihtiyaç duyduğunda yine burada, hep yanında olacağız. Sen minik ama kocaman bir devsin!” Kral’ın cümleleri biter bitmez salonun ortasında küçük bir sis bulutu peyda oldu.

Pufff! Gümüş saçları ile peri beliriverdi, sanki biraz daha yaşlanmıştı. Duygusal hava bir anda dağıldı, yerini bir öfke aldı. Kral’dan önce atıldı cesur Mimoğul: “Sözünde durmadın peri! Sana çok kızgınım. Yoksa verdiğimiz sözleri tutmamız gerektiği öğretilmedi mi sana?” diye çıkıştı.

“Bizim duygularımızla oynamaya ne hakkın var?” dedi Kraliçe. “Sakin olun Kraliçem. Lütfen, önce dinleyin! Mimoğul bir seçim yaptı ve gittiği yerde üzerine düşeni fazlasıyla başararak geri döndü. Ama yine de her şeyin istediği gibi gerçekleşebilmesi için önünüzde bir engel vardı. Mimoğul geri döndüğünde bundan size söz edemezdim. Bugün o eksik de tamamlandı.

Bu diyarların en büyüğü, yüce Kralımız; herkese yardım eden, herkesi koruyan, her şeye gücü yeten Kralımız; hep üzüldü, sıkıldı, acıdı. Oğlunu elbette çok sevdi ama bir yandan da hep onun değişmesini bekledi. Bugün ilk defa onu olduğu gibi kabul etti. Eksik olan da buydu. Koşulsuz ve olduğu gibi kabul etmenin yüceliği. Bunu babana sen öğrettin oğlum.” Puuff! Ortalık bu sefer koyu bir sise boğulmuştu. Kral ve Kraliçe donakaldılar. Sislerin arasında bir şey gördüler. Birini… Bir silüet sisler kayboldukça ortaya çıkıyor ama tam olarak neyi, kimi gördüklerini seçemiyorlardı. Çok geçmedi bir anda karşılarında oğullarını gördüler, işte Mimoğul orada duruyordu! Hem de gerçek bir dev olarak! Mimoğul ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ellerini uzattı, avuç içlerine baktı.

Vücuduna, ayaklarına, kıyafetlerine bakıyor, olanlara inanamıyor gibi elleriyle yüzünü yokluyordu. Kısa bir an sonra şaşkınlık, yerini katıksız mutluluğa bıraktı. Sevinç gözyaşlarıyla kucaklaştılar. Mimoğul okula başladı, bir sürü arkadaş edindi. Sarayda kapalı olarak geçen yılların acısını çıkarmak ister gibi gezdi, dolaştı, seyahatlere çıktı. Peri, onu cüceler ülkesine, arkadaşlarını görmeye bile götürdü.

Mimoğul’un boyutlarını görünce iki cücenin yaşadığı şaşkınlığı siz ha yal edin. Kraliçe çok mutluydu; eşine ve oğluna güzel yemekler yaptı, ülkesini çiçeklerle donattı. Kral, Devler Diyarı’nı yönetmeye devam etti. Kararlarını alırken sık, sık oğlu Mimoğula da danıştı, ona öğretti, ondan öğrendi. Öğretmeni Mimoğulla yoldaşlığına devam etti, beraber keşiflere çıktılar, türlü, türlü maceralara atıldılar. Devler Diyarı’nda her şey eskisinden çok daha güzeldi artık.

Dede Korkut Hikayeleri8 Yaş MasallarıÇocuk Masalları Kısa


Benzer İçerikler

Karga Karga Gak Dedi
Karga Karga Gak Dedi Hikayesi
Dilenci Prens Masalı
Dilenci Prens Hikayesi
Keloğlan ve Aksakallı Dede
Keloğlan ve Aksakallı Dede Hikayesi
balik ve kusun aski hikayesi
Balık ve Kuş Hikayesi

Yorumlar

  1. Ezmus says:

    Sevgilime okudum uyuudu.

  2. Ali Eren says:

    Devamı yarın mı gelecek?
    (Elinize emeğinize sağlık çok güzel bir hikaye kardeşim çok beğeniyor ve merak ediyor teşekkür ederiz ^-^)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Masal Oku | © 2023, Tüm hakları saklıdır.