
Sabahışığı Krallığı’nda, Gümüşgöl’ün kıyısında yaşayan Prens Efe adında meraklı bir çocuk vardı. Efe’nin pelerininde parıltılı bir işlem yoktu, ama ceplerinde her zaman bir büyüteç, küçük bir defter ve kıvrılmış bir harita bulunurdu. Sarayın büyük salonlarını dolaşıp durmaktansa koridorların penceresinden gökyüzünü izlemeyi, avluda karıncaların izini sürmeyi ve bahçedeki kuyunun şıpırtısını dinlemeyi severdi. “Her ses, bir ipucu,” derdi kendi kendine. “Her soru, bir kapı.”
Bir sabah, sarayın çeşmesi şıp diye sustu. Gümüşgöl’ün yüzeyi eskisi gibi gümüş gibi parıldamıyor, güneş suya vurduğunda dans eden ışıklar kayboluyordu. Bahçedeki laleler başlarını yana eğmiş, kuşlar kısa şarkılar söyleyip susmuştu. Krallıkta herkes fısıldaşmaya başladı: “Ya yağmur bize küstüyse?” “Ya gölün içinde gizli bir delik varsa?” Kral ve Kraliçe, sakin ama kaygılıydı. “Bir çözüm bulmalıyız,” dediler. Efe ise elindeki deftere kocaman harflerle şunu yazdı: “Su nereye gidiyor?”

İlk durağı sarayın kütüphanesiydi. Rafların arasında gözlüklü, ciddi bir kırlangıç olan Bay Kırlangıç uçuşup duruyor, kitapları düzenliyordu. Efe yanına gidip, “Su hakkında en eski kitabı arıyorum,” dedi. Kırlangıç başını bir yana eğdi, tıpkı düşünür gibi. “Pıt pıt,” dedi kanatlarıyla. “Şu rafa bak, mavi kaplı olan.” Efe, mavi kaplı kitabı açınca içinde basit bir resim buldu: Denizden yükselen ince bir duman gibi çizgiler, gökyüzünde kabarık bulutlara dönüşüyor, sonra damla damla toprağa düşüyordu. Altında şu yazıyordu: “Güneş suyu ısıtır, su buhar olur. Buhar yükselir, soğuyunca damlalar hâline gelir, bulut olur. Bulutlar ağırlaşınca yağmur düşer. Yağmur ırmaklara, göllere, toprağa can verir.”
Efe kitabı kapatıp gülümsedi. “Demek su göğe gidip dönüyor,” dedi. Ama bunu görmek istiyordu. Sarayın mutfağına koştu. Aşçı Amca kazanı ocağa koymuş, çorba yapıyordu. “Bir deney yapmak istiyorum,” dedi Efe. Aşçı Amca güldü. “Meraklı prens, buyur. Ama dikkatli olalım.” Bir tencereye su koyup altını hafifçe yaktılar. Efe, tencerenin üstüne soğuk bir tabak tuttu. Biraz sonra tabağın altında minik minik damlalar belirmeye başladı, sonra tıp tıp tabağın kenarından düştü. Efe’nin gözleri parladı. “Buhar göğe çıkınca soğuyup damlaya dönüşüyor!” diye fısıldadı. “Öyleyse bulutlar da bir gün susuz kalmaz biz hazırlıklı olursak yağmuru kucaklayabiliriz.”

Ertesi gün Efe, defterini, büyütecini ve haritasını alıp saraydan çıktı. Sahte bir kahraman gibi değil, sakin bir araştırmacı gibi yürüyordu. Kuru bir dere yatağını takip ederek ormana girdi. Ormanın serinliğinde, sırtında küçük bir bahçe taşıyormuş gibi yosunlarla kaplı yaşlı bir kaplumbağa gördü. Kaplumbağa, yavaş yavaş yaklaşan Efe’ye baktı. “Merhaba Prens Efe,” dedi ince bir sesle. “Beni Üçbenek Teyze derler. Yüreğin sorularla dolu kokuyor.” Efe gülümsedi. “Gümüşgöl susuz. Su nereye gidiyor, nasıl geri gelir?” Üçbenek Teyze göz kapaklarını ağır ağır indirdi. “Ağaçları dinledin mi hiç?” diye sordu. “Onlar kökleriyle su içer, yapraklarından incecik bir nefes verir. Bu nefes göğe karışıp bulutlara sır verir. Ağaçlar çoğalınca bulutlar buraları daha çok hatırlar.”
Efe yere çömeldi, ayaklarının altında kuru yapraklar hışırdadı. “Demek ağaçlar da suyun arkadaşları.” Üçbenek Teyze başını hafifçe salladı. “Toprak, yaprakla sarılmayı sever. Yapraklar toprağı güneşin kavurmasından korur, suyu kaçırmaz. Çiçekler arıları çağırır, arılar tohumları taşır. Herkesin görevi var.” Efe defterine çizdi: “Ağaç = bulutlara mesaj, yaprak = örtü, çiçek = arı.” Sonra birlikte ormanın kenarındaki Başakova Köyü’ne vardılar. Tarlalarda çatlaklar vardı, çocuklar ellerindeki küçük kovalarla boşuna su arıyorlardı.

Efe, köylülerin yanına gitti. “Ben emir vermeye değil, birlikte çözüm aramaya geldim,” dedi. “Siz neler biliyorsunuz?” Bir kadın, “Rüzgar bu yıl farklı esiyor,” dedi. Bir çocuk, “Arılar azaldı,” diye ekledi. Yaşlı bir amca, “Derenin kıyısındaki söğütler kurudu,” dedi üzüntüyle. Efe’nin aklına Üçbenek Teyze’nin sözleri geldi. “O halde,” dedi, “burayı yağmura hazırlayalım. Yağmur geldiğinde onu tutacak kucaklar yapalım.”
Hep birlikte kolları sıvadılar. Efe, çocuklarla beraber tarlanın kenarında yere hafif bir çukur açtı, etrafına taşlar dizdiler. “Burası bir yağmur bahçesi,” dedi. “Yağmur burada toplanacak, ağır ağır toprağa karışacak.” Evlerin çatılarından uzanan olukların altına fıçı koydular. “Yağmur yağdığında bu fıçıları dolduralım, sonra bitkileri sularken kullanalım.” Çocuklar, tarlaların yüzeyine saman ve kuru yaprak serpti. “Toprağın battaniyesi,” dedi Efe. “Güneş geldiğinde su hemen uçup gitmesin.” Derenin kıyısına söğüt fidanları diktiler. “Kökleri toprağı tutar, su kaçmasın,” diye anlattı Efe. Köyün meydanına, rüzgarın yönünü göstersin diye bir rüzgar tulumu yaptılar eski bir bez parçasını uzun bir çubuğa bağlayıp ucunu boyadılar. Çocuklar rüzgarı izleyip defterlere not aldı: “Bugün rüzgar kuzeyden esti.”

Akşam olunca Efe, tepedeki yalnız kayanın üzerine çıktı. Gökyüzü pamuk gibi, ama su taşıyan ağır bulutlardan değil, incecik bulutlarla örtülüydü. Tam o sırada hava birden serinledi ve bir fısıltı duyuldu. “Bulutlar çağrıldığı yere gider,” diyen bir ses. Efe irkilip etrafına baktı. Önünde uzun mavi bir pelerin giymiş, saçları bulutlara benzer kabarık bir adam duruyordu. Pelerininden yağmur kokusu geliyordu. “Ben Bulut Postacısı Rüzgâr Dede’yim,” dedi adam gülümseyerek. “Rüzgarların mektuplarını okurum, dağların, denizlerin haberlerini taşırım.” Efe heyecanla sordu: “Bize yağmur getirir misin?” Rüzgâr Dede başını salladı. “Yağmuru kimse zorla getiremez, küçük prens. Ama toprağı, ağaçları, çiçekleri hazır ettiğinizde, rüzgarlar o hazırlığı görür ve bulutlara fısıldar. Bak, çalışmalarınızı gördüm. Bu iyi bir mektup. Şunu al.” Elindeki tüy gibi hafif, ince bir rüzgar tüyünü Efe’ye verdi. “Nemli hava yaklaşınca bu tüy titrer. Siz de o günlerde fıçı kapaklarını açın, yağmur bahçenizi kontrol edin.”
Ertesi sabah Efe ve köylüler, arıların eksikliğini düşünerek renk renk çiçekler ekti lavanta, nergis, papatya… Çocuklar çiçeklerin yanına küçük taşlarla patikalar yaptı, taşların üzerine minik oklar çizdi. “Arılar için çiçek yolu,” dediler. Kütüphaneden getirdiği bir kitabı köyün okulunda açan Efe, resimleri göstererek anlattı: “Arılar çiçekten çiçeğe uçarken bitkilerin tohum yapmasına yardım eder. Tohum olunca yeni bitkiler, yeni meyveler olur. Onlar da suyu sever, su da onları.”

Günler geçti. Güneşli günlerde çocuklar rüzgar tüyünü inceliyor, “Bugün kıpırdamıyor,” ya da “Bak, titredi!” diye sevinçle bağırıyordu. Toprağın üzerinde bıraktıkları battaniye gibi örtü sayesinde bitkiler daha serin ve canlı görünüyordu. Bir akşamüstü, Efe toprak kokusunu içine çektiğinde havada ıslak taş kokusuna benzeyen yeni bir koku duydu. “Yağmur geliyor,” diye fısıldadı. Rüzgar tüyü hafif hafif titreşiyordu. Gökyüzünde pamuk bulutlarının arasından daha koyu, ağır bulutlar belirdi. Uzakta bir gök gürledi, ama korkutucu değildi sanki gök, “Hazır mısınız?” diye sormuştu.
İlk damla Efe’nin burnuna düştü. Sonra ikinci damla Üçbenek Teyze’nin kabuğuna. Sonra yüzlerce, binlerce damla, yağmur bahçesine şıpır şıpır düştü, taşların arasına doldu, toprağa sızdı. Fıçıların içi dolmaya başladı. Çocuklar sevinç çığlıkları atıp ellerini yağmurun altına açtı. Söğüt fidanları yapraklarını kıpırdatıp, “Hoş geldin,” der gibi sallandı. Kuru dere yatağında önce ince bir pırıltı belirdi, sonra bir su teli, sonra tatlı bir şırıltı. Köylüler, Efe’yle birlikte dereyi izlediler su, kıvrıla kıvrıla Gümüşgöl’e doğru yol aldı.

Bir süre sonra sarayın çeşmesi yeniden şırıldadı. Gümüşgöl’ün yüzü yine gümüş gibi parladı, güneş suya vurduğunda dans eden ışıklar geri döndü. Krallık bir şenlik düzenledi. Ama bu şenlik, gürültülü davullar ve bağırış çağırış yerine, sessizce teşekkür etme şenliğiydi. Herkes, eline bir su damlası resmi çizdi ve “Teşekkürler” yazıp suya üfledi. Kral ve Kraliçe, Efe’ye bir altın madalya takmak istedi. Efe başını salladı. “Ben madalya yerine başka bir şey isterim,” dedi. “Köylerde küçük birer Merak Köşesi kurmak. İçinde büyüteç, defter, bulut resimleri, tohumlar ve rüzgar tüyleri olsun. Ayda bir Merak Günü yapalım. Herkes merak ettiği bir şeyi sorsun ve birlikte araştıralım.”
Kral ve Kraliçe gülümsedi. “Prens Efe, dileğin dileğimizdir.” O günden sonra Başakova Köyü’nün okuluna mavi bir raf yerleştirildi üzerinde “Merak Köşesi” yazıyordu. Çocuklar rüzgar yönünü ölçüyor, bulutları çiziyor, yağmurdan sonra toprağın nasıl koktuğunu tarif ediyordu. Arılar çoğalmaya başlayınca her çocuğun defterine küçük bir arı resmi çizildi. Derenin kıyısındaki söğütler kök saldı, suyu tutmaya yardım etti. Yağmur bahçesi her sağanakta dolup taşıyor, sonra usulca suyu toprağa veriyordu.

Efe, bazen Gümüşgöl’ün kıyısına oturuyor, suyun yüzünde gökyüzünün resmini izliyordu. Yanında Üçbenek Teyze, az ötede ise Rüzgâr Dede’nin bıraktığı tüy duruyordu. “Biliyor musun,” dedi bir gün Efe, “su, rüzgar, bulutlar… Hepsi birer arkadaş. Biz de iyi birer arkadaş olursak, onlar da bize gelir.” Üçbenek Teyze başını ağır ağır kaldırdı. “Arkadaş olmak, dinlemekle başlar,” dedi. “Sen suyu dinledin.”
Bir akşamüstü, sarayın bahçesine bir çam fidanı diktiler. Efe, küçük bir sulama kabıyla fidanın dibine su döktü, sonra toprağın üstüne ince bir yaprak örtüsü serdi. Fidanın iğneleri arasında takılı kalmış minik bir yağmur damlasına baktı damla bir büyüteç gibi ışığı kırıyor, dünyanın küçük bir resmini taşıyordu. “Her damla koca bir hikâye,” diye fısıldadı. Gökyüzünde yıldızlar yanarken bahçeden neşeli sesler yükseldi. Çocuklar saklambaç oynuyor, arada bir rüzgar tulumu kıpırdıyor, “Buradayım,” diyordu. Kral ve Kraliçe bankta oturmuş, halkla sohbet ediyor, herkes hikâyesini paylaşıyordu.

Ve Sabahışığı Krallığı’nda yeni bir alışkanlık doğdu: Bir sorun çıktığında önce dinlemek, sonra merak etmek, birlikte denemek. Prens Efe büyüdükçe pelerini ağırlaşmadı, ama cepleri hep dolu kaldı: bir yaprak, bir taş, bir tüy, bir not. O, göğe emir vermeyi değil, toprağa teşekkür etmeyi öğrendi. Gümüşgöl parlamaya devam ederken, çocuklar yeni sorular sormaktan hiç vazgeçmedi: “Yıldızlar neden pırıldar?”, “Kuşlar nasıl yol bulur?”, “Tohumlar uykudan nasıl uyanır?” Her soru yeni bir kapıydı, her kapının ardında yeni bir arkadaş.

Masallar bazen biter, ama merak bitmez. Prens Efe ve arkadaşları, ormanlarda fısıltıları, göllerde yansımaları, rüzgarda gizli mektupları dinleyerek mutlu yaşadılar. Çünkü onlar biliyordu: Bir damla su bile, sevgiyle karşılandığında bir göle giden yolu bulur. Ve bulutlar, çağrıldığı yere her zaman geri döner.
Yorumlar (0)
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!