
Bir varmış bir yokmuş, Oğuz yurdunun geniş bozkırlarında, göğe uzanan ak bulutların, atların nal seslerine karıştığı bir obada minik bir çocuk yaşarmış. Adı Ayaz’mış. Ayaz, sabahları annesiyle keçileri otlatır, akşam olunca yerdeki gölgeler uzayıp yıldızlar birer birer görünmeye başlayınca ateşin başında büyüklerinden masal dinlemeyi çok severmiş. En çok da Dede Korkut geldiğinde sevinirmiş çünkü Dede Korkut’un sesi kopuz gibi içli, sözü yaz yağmuru gibi serin, gülüşü de çadırı aydınlatan bir kandil gibi sıcak olurmuş.
Bir gün obada tuhaf bir sessizlik çökmüş. Rüzgâr, çadır direklerine değip mırıldanmayı bırakmış, dere küçük taşların üzerinden şakıdısını kesmiş. Sanki yeryüzünün şarkısı unutulmuş gibiymiş. Çocuklar oyunlarında söz bulamaz, nineler masalların kalbini hatırlayamaz olmuş. O gece ateşin başında herkes birbirine bakakalmış. İşte o zaman çadırın kapısı hafifçe aralanmış, içeri ak sakallı, yüzü nur gibi aydınlık Dede Korkut girmiş. Elindeki kopuzun telleri sessizmiş ama bakışlarında bir bilgelik pırıltısı varmış.

“Ey güzel obanın insanları,” demiş Dede Korkut, “Sizin rüzgârınız, suyunuz, ateşiniz neden suskun kaldı bilir misiniz? Çünkü sözlerinizi ışıltılı yapan üç küçük kelime yolunu şaşırdı. İnsanlar birbirine selam verirken unutmuş, küçükler büyükleri dinlerken, büyükler küçükleri severken atlamış. Bu üç küçük kelime, yüreği temiz, gözü aydın bir çocuğun onları aramasını bekliyor.” Dede, kopuzunun sessiz tellerine bir kere dokunmuş, çadırın içinde ince bir rüzgâr dönüp dolaşmış ama hemen sönüvermiş. “Kim gider?” diye sormuş.
Ayaz’ın içinde bir kıpırtı olmuş. Kalbi güvercin gibi çırpınmış. Elini kaldırmış: “Ben giderim, Dede,” demiş. “Nerede arayacağımı bilmiyorum ama denemek isterim.” Dede Korkut gülümsemiş, Ayaz’ın omzuna sevgiyle dokunmuş. “Senin adımların küçük olsa da niyetin büyük. Yola çıkarken kulaklarını geniş bir ovanın kapısı gibi açık tut sana rüzgâr fısıldar, taşlar anlatır. Unutma: Sözün ardında ışık, gölgesinde gönül vardır. Yolunu üç armağan aydınlatacak: sabır, cömertlik, gönül genişliği. Yola, gün doğarken çık.”

Ertesi sabah, güneş obanın üstüne altın bir tül sererken Ayaz küçük torbasını sırtına almış. Annesi ona su matarası ve sıcak yufka ekmek koymuş, babası başını okşamış. “Yoluna selamet,” demiş. Ayaz obanın dışına vardığında, iri yosunlu bir taşın üzerinden bir kaplumbağa başını uzatmış. “Benim adım Tıs Tıs,” demiş sakince, “Yavaş yürürüm ama yolu iyi bilirim. İstersen birlikte gidelim.” Ayaz, “Olur,” demiş. “Yavaş yürürsek etrafı daha iyi görürüz.” Onlar konuşurken gökten bir serçe inmiş “Ben de Cıv Cıv! Uçarım, gözetlerim,” diye cıvıldamış. Ayaz gülümsemiş, kaplumbağayı avuçlarıyla kucaklar gibi koruyup serçeyi omzuna davet etmiş. Üçü birlikte düşmüşler yola.
İlk durakları Kırmızı Dere olmuş. Dere, normalde şırıl şırıl şarkılar söylerken o gün küsmüş gibi duruyor, su yüzeyi ayna gibi sessiz akıyormuş. Bir kenarda, küçük bir balık kıyıya vurmuş, çırpınıp duruyormuş. Ayaz hemen diz çökmüş. “Sakin ol, minicik kardeşim,” demiş. Kaplumbağa Tıs Tıs, “Yaklaşırken acele etme, onu ürkütürsün,” diye fısıldamış. Ayaz derin bir nefes almış, elini suya usulca sokmuş. “Sana yardım edebilir miyim?” demiş. “Lütfen.” Balık onun gözlerine bakmış ve çırpınmayı bırakmış. Ayaz nazikçe balığı akıntının yumuşak kucağına bırakmış. Balık, suyun berraklığında bir kez dönüp kuyruğunu şaklatmış, “Teşekkür ederim!” diye pırıltılı bir kabarcık çıkarmış. O an dere bir şarkıya başlamış. Sanki az önce uykudan uyanmış da gerinip esniyormuş gibi. Ayaz’ın kulağına incecik bir fısıltı gelmiş: “Birinci kelimeyi buldun: Lütfen. İnsan, suya, taşa, dosta, hatta rüzgâra bile lütfen demeyi bilirse yolu açılır.” Ayaz’ın kalbi sevinçle dolmuş. “Demek ki kelimeler, sadece ağızdan çıkmıyor, davranışlardan da doğuyor,” diye düşünmüş.

Yollarını devam etmişler. Ufukta sarı otların dans ettiği bir düzlük varmış. Güneş yükseldikçe karınları acıkmış. Ayaz torbasındaki yufkayı çıkarıp küçük parçalara bölmüş birini kaplumbağaya, küçücük bir kırıntıyı da serçeye vermiş. O sırada kızıl tüyleri güneşte parıldayan ince uzun kuyruklu bir tilki, taşların arasından nazlı nazlı çıkıvermiş. Kokuya dayanamazmış gibi bakışlarını Ayaz’ın ekmeğine dikmiş. “Ben… çok açım,” demiş hafif bir utangaçlıkla. “Bir parça verir misin?” Ayaz gözlerini kocaman açmış. Kendi karnı da açmış ama tilkinin bakışları yumuşak ve içtenmiş. Bir an düşünmüş, sonra torbasında kalan son parçayı ikiye bölmüş. “Buyur,” demiş, “Beraber yiyelim.” Tilki hem şaşırmış hem sevinmiş. “Bana güveniyor musun?” diye sormuş. “Karnın çok açken bile paylaşıyorsun. Ben de sana bir armağan vereyim.” Tilki hızlıca ormana dalıp biraz sonra ağzında mor yaban yemişleriyle dönmüş. “Bunlar tatlıdır,” demiş. Ayaz yemişlerden birini tadınca yüzünde bir gülümseme açmış. “Teşekkür ederim,” demiş içtenlikle. O an gökyüzünden yumuşak bir esinti inmiş, otlar fısıldaşmış. Cıv Cıv sevinçle kanat çırpmış. “Duydun mu?” diye ötmüş. “İkinci kelimen de yanına geldi: Teşekkür ederim. Paylaşınca çoğalan bir kelime.”
Yemeklerini bitirdikten sonra yollarına devam etmişler. Önlerinde, ağzından pamuk gibi sisler çıkan büyük bir mağara belirmiş. Kaplumbağa Tıs Tıs biraz ürkmüş, “Bu mağaranın içinde Pofuduk adlı bir dev yaşar derler,” demiş. “Ama korkunç değildir, sadece çok ama çok yalnız.” Ayaz, “O yalnızsa biz de kibar oluruz,” diye fısıldamış. Yavaşça içeri girmişler. Mağaranın duvarları nemliymiş, tavandan sular damlıyormuş. Tam derinlere doğru yürürlerken, koca bir gölge duvarda sallanmış. Ardından pamuk bulut gibi bir dev belirivermiş. Yüzü yumuşak, gözleri meraklı, sesi gök gürültüsü gibi değil, yumuşak bir davul gibiymiş. Fakat Ayaz, gölgeyi görünce bir an irkilmiş ve farkında olmadan yüksek sesle, “Aaa!” diye bağırmış. Cıv Cıv tüylerini kabartmış, Tıs Tıs kabuğuna biraz çekilmiş.

Pofuduk Dev, kaşlarını indirip hüzünle yere bakmış. “Yine korktunuz,” demiş kederle. “Ben kimseye zarar vermem. Sadece sisleri üfler, bulutları yastık yaparım.” Ayaz’ın kalbi sızlamış. Kendi sesinin devin kalbini kırdığını anlamış. Yavaşça yaklaşmış, elini kalbine götürmüş. “Özür dilerim,” demiş. “Seni görünce korktum. Bilmeden kırdım. Affet.” Pofuduk Dev, kocaman burun deliklerinden küçük bulutlar salarak gülümsemiş. “Özür dilerim,” sözünü çok az duyarım,” demiş. “Bu söz kalbi hafifletir. Gelin, size mağaramın içindeki yıldız taşlarını göstereyim.” Üçü birlikte devin peşine takılmış. Mağaranın en derin yerinde, duvarlar sanki gökyüzüymüş gibi küçük küçük ışıklarla doluymuş. Pofuduk Dev, “Burası benim gök odam,” demiş. “Bazen dışarıdaki rüzgâr susunca ben burada küçük bir şarkı söylerim.” Ayaz duyduğu sıcaklıkla derin bir nefes almış. O an mağaranın içinde yumuşak bir uğultu başlamış sanki kelimeler birbirine sarılmış. “Üçüncü kelime de yanına geldi,” diye fısıldamış Tıs Tıs, “Özür dilerim.”
Ayaz, üç küçük kelimeyi bulduğunu anlamış ama derelerin, rüzgârın, ateşin şarkısının eskisi gibi çoşması için son bir şey daha gerektiğini hissetmiş. Pofuduk Dev, “Yıldızlı Tepe’ye çık,” demiş. “Orada rüzgârın ince ayak bileklerine bağlanan görünmez düğümler vardır. Düğümü bul ve bu üç kelimeyle çöz. Rüzgâr o zaman yine koşar.” Ayaz, devin yol göstermesine teşekkür etmiş. Dev, pamuk gibi bir bulutu üfleyip Ayaz’a küçük bir bulut parçası hediye etmiş. “Korktuğunda sık,” demiş. “Yüreğin serinler.” Vedalaşıp mağaradan ayrılmışlar.

Yıldızlı Tepe’yi tırmanmak zor olmuş. Yokuş dik, taşlar yer yer kayganmış. Tıs Tıs sabırla, adım adım ilerleyip, “Acelemiz yok,” diye mırıldanmış. Cıv Cıv yukarıdan, “Şu tarafta küçük bir keçi yolu var!” diye ötmüş. Ayaz, nefesi tıkanır gibi olduğunda devin verdiği bulut parçasını avuçlarında sıkmış içinden bir serinlik yayılmış. Güneş akşam kızıllığını ortalığa sererken tepeye varmışlar. Tepede, görünmez gibi duran ama kalbin gözüyle bakınca belli olan incecik bir düğüm, sanki rüzgârın bacağına dolaşmış bir ot parçası gibi parlıyormuş. Rüzgâr, “Pıııh,” diye inliyor, kaçmak istiyor ama kaçamıyormuş.
Ayaz diz çökmüş. İnce düğümün yanına yaklaşmış. Önce ellerini üzerine koymuş. “Lütfen,” demiş usulca. Düğüm “Hıı” diye bir ses çıkarmış, biraz gevşemiş. Ayaz gülümsemiş, “Teşekkür ederim,” demiş. Düğüm daha da yumuşamış. En son, kalbinden bir ışık çıkar gibi hissetmiş ve “Özür dilerim, rüzgâr,” demiş. “Biz bazen yüksek konuşup kulaklarını incittik, kapıları hoyratça çarpıp kanatlarını kırdık, seni kirli dumanlarla yorup nefesini tıkadık.” O an, düğüm pıt diye çözülmüş. Rüzgâr sevinçle tepeden aşağı koşmuş otlar dans etmiş, dere şakıyarak şarkısına geri dönmüş. Gökyüzü pembeden mora dönerken, sade bir mutluluk her yere yayılmış.

Ayaz, Tıs Tıs ve Cıv Cıv birlikte obaya doğru inmeye başlamışlar. Yolda tilki Kızıl’la karşılaşmışlar Kızıl yuvasına dönüyormuş, ağzında birkaç yemiş daha varmış. “Bunları obanın çocuklarına götür,” demiş Ayaz’a. “Onlar da tatlıyı paylaşmayı öğrensin.” Kırmızı Dere’nin kenarından geçerken balık küçük bir sıçrayış yapıp suyla selam vermiş. Pofuduk Dev, uzaktaki bulutlardan başını uzatıp pamuk gibi el sallamış. Karanlık çökerken obanın ışıkları görünmüş. Ateşin başında herkes toplanmış, Dede Korkut kopuzunu eline almış.
Ayaz yaklaşır yaklaşmaz Dede Korkut’un gözleri parlamış. “Hoş geldin, yiğit yürekli evlat,” demiş. “Ne getirirsin?” Ayaz elini kalbine koymuş. “Üç küçük kelime,” demiş. “Lütfen, Teşekkür ederim, Özür dilerim. Hem söylemesini hem yaşamayı öğrendim.” Dede Korkut, kopuzunun tellerine dokunmuş. Bu kez teller şakıyarak cevap vermiş. Obada rüzgâr çadır direklerini selamlamış, ateş neşeyle çatırdamış, dere uzaktan bir ninni mırıldanmış. Dede, Ayaz’a sevgiyle bakmış. “İşte,” demiş, “Sözün kıymetini bilen, gönlü yumuşak Ayaz! Bugünden sonra senin adın Sözün Işığı Ayaz olsun. Çünkü sen küçük kelimelerin büyük kapılar açtığını bize hatırlattın.”

O gece oba şenlik olmuş. Anneler kazanlarda süt kaynatmış, babalar kopuzların, kavalın sesine eşlik etmiş. Çocuklar, tilkinin getirdiği mor yemişleri bölüşerek yemiş. Herkes birbirine lütfen demiş, teşekkür etmiş, yanlışlıkla birinin ayağına basan hemen özür dilemiş. Dede Korkut masal üstüne masal anlatmış her masalın sonunda bir dua gibi şu sözleri tekrarlamış: “Sözünüz tatlı, gönlünüz atlı, yolunuz açık olsun. Küçük kelimeler yüreğinizden eksik olmasın.”
Ertesi sabah, güneş yayıldığında oba bambaşkaymış. Çocuklar harmanda oynarken rüzgâr saçlarını tarıyor, keçiler dereye inerken su şakıyor, çadırların gölgesi bile mutlu duruyormuş. Ayaz, Tıs Tıs’la taş yığınının yanında oturup Cıv Cıv’ın gökyüzünde yaptığı daireleri izlemiş. “Bugün de yola çıkalım mı?” diye sormuş Cıv Cıv. Ayaz gülümsemiş. “Bugün obada kalıp kelimeleri kullanmaya devam edelim,” demiş. “Çünkü gerçek sefer bazen en yakınımızda olur.”

Günler günleri kovalamış. Obaya her yeni konuk geldiğinde çocuklar koşarak kapıda karşılamış. “Hoş geldiniz! Buyurun,” demişler. Bir tabak yemek istenince, “Elbette, lütfen,” demişler. İşleri bitince “Teşekkür ederim,” diye içten bir gülümseme bırakmışlar. Biri yanlış anladığında, “Özür dilerim, bir daha dikkat ederim,” demeyi bilmişler. Böylece obanın rüzgârı hiç susmamış şarkı, gündüz güneşe, gece yıldızlara karışmış.
Dede Korkut, ayrılacağı gün Ayaz’ı bir kenara çağırmış. “Unutma,” demiş. “Söz, ekin gibidir. Ne ekersen onu biçersin. Lütfen, Teşekkür ederim, Özür dilerim… Bunlar, kalbi yeşerten yağmur gibidir. Bir gün yolunu şaşırırsan, kulak ver rüzgâr sana yine fısıldar.” Dede, kopuzunu omzuna asmış, ak sakalı rüzgârla dans ederken yavaş adımlarla uzaklaşmış. Ayaz arkasından bakmış ve içinden şunları geçirmiş: “Ben küçük bir çocuğum ama sözlerimle büyük iyilikler yapabilirim.”

Ve o günden sonra Oğuz yurdunun çocukları, masal dinlerken sadece kulaklarıyla değil, gönülleriyle de dinlemiş. Ayaz’ın serüveni dilden dile, çadırdan çadıra dolaşmış. Her anlatıldığında, balığın şıpırtısı, tilkinin şakacık bakışı, devin pamuk gibi gülüşü yeniden canlanmış. En güzeli de, masalın sonunda herkes aynı şeyi söylemiş: “Ne güzel ki küçük kelimelerle büyük kapılar açılır.” Böylece oba mutlu, rüzgâr sevinçli, dere şen şakrak, gönüller aydınlık kalmış. Gök mavi, çimen yeşil, çocukların gülüşü dünya kadar geniş olmuş. Masal da burada bitmiş yel yele, su suya, söz de yerine varmış. Mutlu, umutlu, sıcacık… Sonsuza dek.
Yorumlar (0)
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!