Gecelerin en sessiz olduğu, yıldızların gökyüzünde pırıl pırıl parladığı küçük bir kasabada, Eylül adında altı yaşında bir kız çocuğu yaşardı. Eylül’ün en sevdiği şey, uyumadan önce masal dinlemekti. Ama bir sorunu vardı: Bazen ne kadar denese de bir türlü uykuya dalamıyordu. Yatağında dönüp duruyor, tavana bakıyor, “Keşke uyku da bir masal gibi gelip beni bulsa,” diye içinden geçiriyordu.
Bir gece annesi ona masal okuduktan sonra ışıkları kapattı, odadan çıktı. Pencerenin ardından ay içeriye gümüş rengi bir ışık serpiyordu. Eylül yorganına sarıldı, gözlerini kapattı, ama aklında o kadar çok soru vardı ki… Yarın okulda ne olacak, yarın hangi oyunları oynayacaklar, sevdiği çizgi film kaçta başlayacak… Düşündükçe düşündü, gözleri bir türlü ağırlaşmadı.
Tam o sırada, odanın içinde hafif, tatlı bir rüzgâr esti. Perdeler yavaşça dalgalandı. Eylül, rüzgârın açık pencereden geldiğini düşündü. Ama pencere kapalıydı. Yatağının ucundan incecik, altın sarısı bir ışık süzüldü. Işık, havada döne döne küçük bir topa dönüştü. Eylül şaşkınlıktan gözlerini kocaman açtı.
Altın ışık topunun içinden minicik, ışıktan yapılmış gibi görünen biri çıktı. Saçları sanki ay ışığından, elbisesi ise pamuktan bulutlardan dokunmuştu. İncecik kanatları vardı ve havada zarifçe süzülüyordu.
“Merhaba Eylül,” dedi yumuşak, fısıltı gibi bir sesle, “Ben Uyku Perisi Luna.”
Eylül hemen yatağında doğruldu. “Uyku Perisi mi?” diye sordu gözleri parlayarak. “Gerçekten var mısın?”
Luna gülümsedi. Gülümsemesi o kadar sıcaktı ki, sanki odanın içinde minik bir güneş doğdu. “Elbette varım. Her gece, uyumakta zorlanan çocukların odalarına uğrarım. Sen son zamanlarda çok düşünüyorsun. Zihnin masal kitaplığın gibi dolmuş taşmış. O yüzden uyku sana uğrayamıyor.”
Eylül biraz utandı. “Ama ben düşünmeyi seviyorum,” dedi. “Yarınları, oyunları, yıldızları, her şeyi merak ediyorum.”
“Merak etmek çok güzel,” dedi Luna. “Ama uykunun da bir görevi var. O gelmeden ertesi günün büyüsü başlamaz. İstersen seni Uyku Ormanı’na götüreyim. Orada uykunun nasıl çalıştığını görebilirsin.”
Eylül’ün kalbi heyecanla çarpmaya başladı. “Ama annem, yataktan kalkma dedi,” diye fısıldadı.
Luna başını hafifçe salladı. “Merak etme, bu bir rüya yolculuğu. Yatağında kalacaksın, sadece zihnin benimle gelecek. Hazır mısın?”
Eylül yavaşça başını salladı. Luna, elindeki minicik yıldız çantasından avuç içi kadar parlak bir toz çıkardı. “Bu, Uyku Tozu,” dedi. “Gözlerini kapat, üç derin nefes al.”
Eylül gözlerini kapattı. Bir… İki… Üç… Luna, uyku tozunu yavaşça Eylül’ün üzerine serpti. O anda, Eylül kendini çok hafif hissetti. Sanki pamuktan yapılmış bir bulutun üstündeydi. Gözlerini açtığında artık kendi odasında değildi.
Etrafında, gökyüzü mor ve mavi tonlarında bir gece rengiyle boyanmıştı. Yerde büyülü bir orman uzanıyordu. Ağaçların dallarında minik ışıklar asılıydı sanki yıldızlar gökten inip ağaçlara konmuştu. Rüzgâr yumuşakça esiyor, yapraklar “şşşş” diye sessiz bir ninni söylüyordu.
“Burası Uyku Ormanı,” dedi Luna. “Her çocuğun hayalleri buraya küçük yollar açar.”
Eylül merakla etrafına baktı. Bir ağacın gövdesine yaslanan bir tavşan esniyordu. Göz kapakları ağırlaşmış, kulakları yavaşça düşmüştü. Tavşanın hemen yanında, ufacık bir kirpi kendi yaprak yastığına sarılmış, mırıl mırıl uykuya dalıyordu.
“Buradaki her hayvan,” diye anlattı Luna, “gün boyu oynadı, öğrendi ve sonra uykuya teslim oldu. Çünkü bilirler ki uyku, ertesi güne güç taşır.”
Yürümeye devam ettiler. Bir göl kenarına geldiler. Gölün suyu siyaha yakın bir lacivertti, ama içinde parlayan binlerce minik ışık vardı. Sanki yıldızlar suya düşmüştü.
“Bu da Rüya Gölü,” dedi Luna. “Çocukların güzel düşünceleri ve kalplerindeki iyilik, buraya yıldız gibi düşer. Geceleri buradan rüyalar toplanır.”
Eylül suya eğilip baktı. Suyun yüzeyinde kendi yansımasını gördü. Sonra kulağının dibinde bir fısıltı duydu: “Merak ettiklerin, korktukların, hepsi rüyalarının renklerini boyar.” Eylül ürperdi. Yan dönüp baktığında, gölün kenarında yumuşak tüylü, kocaman gözlü bir baykuş oturduğunu gördü.
“Bu da Ninni Baykuşu,” dedi Luna. “Uyumayı unutanlara şarkılar söyleyerek yardım eder.”
Baykuş, yumuşak bir sesle şarkı söylemeye başladı:
“Gözlerin kapanır, yıldızlar uyanır,
Rüzgâr yavaşlar, dünya sakinleşir.
Bir kalp ne kadar iyi ve temizse,
Rüyalarda o kadar ışık belirir.”
Şarkıyı dinleyen Eylül’ün içi nedense sımsıcak oldu. İçinden, “Ben de kalbimi temiz tutacağım,” diye geçirdi.
“Luna,” dedi sonra, “Peki kötü rüyalar? Bazen onlar da geliyor. Onlar nereden çıkıyor?”
Luna biraz ciddileşti. “Bazen gün içinde çok korkarsın, üzülürsün ya da sinirlenirsin. Eğer bu duygularını konuşmadan saklarsan, gece olunca çıkarlar ortaya. Ama merak etme, Uyku Ormanı’nda bunlarla ilgilenen biri var.”
Tam karşılarındaki çalıların arasından, tamamen pamuktan yapılmış gibi görünen, gri beyaz bir yaratık çıktı. Tombuldu, yuvarlak kulakları, sevimli minik burnu vardı. Göğsünde ay şekilli bir rozet taşıyordu.
“Bu da Bulut Ayı Momo,” diye tanıştırdı Luna. “Kötü rüyaları yakalayıp yumuşacık bulutlara dönüştürür.”
Momo hafifçe başını eğdi. “Ben sadece, konuşulamayan korkuları toplarım,” dedi tok ama huzurlu bir sesle. “Bir çocuk duygularını annesiyle, babasıyla, öğretmeniyle paylaşırsa, korkuları küçücük kalır. Küçülen korku, rüya olamaz.”
Eylül, aklına gelenleri hatırladı. Bazen karanlıktan korkuyor, bazen de okulda yapacağı etkinlikleri düşünüp kaygılanıyordu ama hep içinde tutuyordu. “Yani,” dedi, “Anneme ‘korkuyorum’ desem, o zaman kötü rüyalarım azalır mı?”
“Evet,” dedi Momo. “Çünkü korku paylaşıldıkça küçülür. Sohbet, yastık gibi yumuşatır içini. Sen konuşursun, ben de geriye kalan minicik parçalardan pamuk bulut yaparım, gökyüzüne yollarım.”
Momo, patilerinin arasından küçük, gri bir duman çıkardı. Dumanı havada yoğurdu, sonra yumuşacık bir bulut topuna çevirdi. Bulutu gökyüzüne üfledi. Bulut, göğe yükselip kaybolurken pembe bir renge büründü.
Luna, Eylül’e döndü. “Şimdi sıra sende,” dedi. “Uykuya dalarken neler yaparsan, uyku seni daha kolay bulur gösterelim.”
Ormanın derinliklerine doğru yürüdüler. Bir açıklığa çıktılar. Ortada kocaman, yuvarlak bir taş vardı. Taşın yüzeyinde, küçük resimler: bir çocuk dişlerini fırçalıyor, pijamasını giyiyor, bir yetişkine sarılıyor, ışıklar kapanıyor, çocuk derin derin nefes alıyor ve sonra gözleri kapanıyordu.
“Bu, Uyku Taşı,” diye açıkladı Luna. “Her resim, uykuya davet eden küçük bir adımı gösteriyor.”
Eylül resimleri tek tek inceledi. “Ben de,” dedi, “Dişlerimi fırçalıyorum, pijamamı giyiyorum. Ama sonra kafamda bin tane şey dolaşıyor.”
Luna gülümsedi. “O zaman eksik olan adımı bulduk. ‘Zihni sakinleştirme’ zamanı. İstersen sana küçük bir uyku oyunu öğreteyim.”
“Olur!” dedi Eylül heyecanla.
Luna, Eylül’ün karşısına dikildi. “Gözlerini kapat,” dedi. “Derin bir nefes al, burnundan… sonra yavaşça ver, ağzından. Şimdi, kalbinden teşekkür etmek istediğin üç şeyi düşün. Mesela bugün güldüğün bir an, yediğin en sevdiğin yemek, ya da bir arkadaşın.”
Eylül gözlerini kapadı. Bugün okulda oynadığı oyunu, annesinin yaptığı sıcak çorbayı ve babasının akşam ona sarılışını düşündü. Kalbi hafifledi, yüzüne minik bir gülümseme yayıldı.
“Şimdi,” dedi Luna, “Göz kapaklarının ağırlaştığını hayal et. Yorganının seni bir bulut gibi sardığını düşün. Ve eğer kafana bir sürü düşünce gelirse, onları küçük balonların içine koyduğunu ve gökyüzüne bıraktığını hayal et. Hepsi yavaşça senden uzaklaşıp yıldızların arasına karışsın.”
Eylül, Luna’nın söylediklerini tek tek aklından geçirdi. Kafasındaki düşünceler, gerçekten de minik balonlara dönüşüp havalanıyormuş gibi hissetti. İçindeki gerginlik yavaşça yok oldu.
“Bak,” dedi Luna, “Uyku dediğin, zorla gelen bir şey değil. Onu nazikçe davet edersin o da usulca yanına oturur.”
Tam o sırada, ormanın tepesinde kocaman bir ay belirdi. Etraf daha da yumuşak bir ışıkla aydınlandı. Ninni Baykuşu uzaktan tekrar şarkı mırıldanmaya başladı. Momo, bir ağacın altına kıvrılıp esnedi.
“Artık dönme vakti,” dedi Luna. “Bedenin yatağında seni bekliyor. Ama unutma, bu orman her gece kalbinde açılabilir. Sadece gözlerini kapat, derin nefes al ve güzel düşüncelerini hatırla.”
Eylül, Luna’ya sarılmak istedi, ama ikisi de neredeyse ışıktan yapıldığı için temasa gerek kalmadan sıcaklığı hissetti. “Teşekkür ederim Luna,” dedi. “Bundan sonra uykuyu korkulacak değil, güzel bir yolculuk gibi göreceğim.”
Luna, avucuna yine bir tutam uyku tozu aldı. “Görüşürüz küçük dostum,” dedi. “Rüya Gölü’nde ışıklarını görmeyi bekliyorum.”
Toz, Eylül’ün etrafında döndü, gözleri kendiliğinden kapandı. Bir an sonra, kendi yatağında, yumuşacık yastığına başını yaslamış halde olduğunu fark etti. Ay ışığı hâlâ pencerenin perdesinden içeri süzülüyordu. Ama bu sefer, göz kapakları gerçekten ağırlaşmıştı.
Eylül, annesini düşündü, yarın okuldaki oyunları, Momo’yu, Ninni Baykuşu’nu ve Uyku Ormanı’nı… İçinden “Bugün için teşekkür ederim,” diye fısıldadı. Derin bir nefes aldı, yorganına biraz daha sarıldı ve hayalinde küçük düşünce balonlarını gökyüzüne bırakıp, hepsinin yıldızların yanında parladığını gördü.
Birkaç dakika içinde, nefesi yavaşladı, yüzündeki gülümseme yerinde kaldı ve Eylül, Luna’nın söz verdiği gibi, yumuşacık, sıcacık, ışık dolu rüyalara daldı.
O geceden sonra, uykusu kaçacak gibi olduğunda, gözlerini kapatıyor, üç derin nefes alıyor, güzel şeyleri düşünüyordu. Karanlıktan korktuğunda, annesine ya da babasına söylüyor, birlikte konuşup korkuyu küçültüyorlardı. Her gece, Rüya Gölü’ne yeni bir ışık düşsün diye, kalbini iyi düşüncelerle dolduruyordu.
Ve Uyku Ormanı’nda, Ninni Baykuşu onun için şarkılar söylemeye, Bulut Ayı Momo kötü rüyaları yumuşacık bulutlara çevirmeye, Uyku Perisi Luna ise her gece sessizce onu ziyaret etmeye devam etti.
Böylece Eylül, uykunun aslında ne kadar güzel, güvenli ve büyülü bir arkadaş olduğunu öğrendi. Ve her gece, kalbinde bir masal taşıyarak, huzur içinde uykuya daldı.
Yorumlar (0)
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!