
Ormanın kıyısında, uçları maviye çalan bir köy vardı. Bu köyde Zeynep adında, soru sormayı ve insanlara “Merhaba” demeyi çok seven altı yaşında bir çocuk yaşardı. Sabahları kapının önüne küçük bir tabure koyar, güneşi bekler, çiçeklerle konuşur, serçelere su koyar, annesine nane toplar, babasına çay kaşıklarını dizerdi. “İyilik, kalbin nefesi,” derdi babaannesi. Zeynep de her nefeste birine iyi gelmeyi denerdi.
Bir gün, rüzgâr cilveli bir şarkı söyleyerek ormandan geldi. Zeynep, nane toplamayı bitirmiş, kucağına aldığı sepetle ağacın gölgesine oturmuştu. Tam o sırada, karşısındaki koca ceviz ağacının kabuğunda fındık büyüklüğünde parıldayan bir kapı gördü. Kapının üstünde minicik bir yazı vardı: “Kalbi yumuşak olanlar içindir.”
“Merhaba,” dedi Zeynep, parmağını uzatmaya bile çekinerek. Kapı bir yaprak hışırtısı kadar hafif bir sesle aralandı. İçeriden, camdan yapılmış gibi pırıl pırıl bir ses duyuldu. “İmdat demeyeceğim,” dedi o ses, “çünkü tehlikede değilim. Ama yardım isteyeceğim, çünkü iyiliklere ihtiyacım var.”
Zeynep’in iri gözleri parladı. “Ben Zeynep. Yardım etmeyi severim.” Kapıdan, incecik bir ışık kıvrılıp dışarı çıktı ve havada bir kuş tüyü gibi durdu. Sonra ışığın içinden ipeksi kanatları olan minik bir peri belirdi. Saçları çam iğneleri gibi ince ve parlaktı, üstünde çiy damlalarından bir elbise vardı.

“Benim adım Lila,” dedi peri. “Ben İyilik Çanı’nın perisiyim. Peri Bahçesi’ndeki Renk Pınarı sönükleşti. Çanımın sesi, iyi kalpli işlerle beslenince pınar yeniden parlar. Fakat çanım kayboldu. Onu bulmak için tek anahtar, senin yapacağın küçük iyilikler. Her iyilik bir ‘ışık tohumu’ olur. Altı ışık tohumu yeter.”
Zeynep’in kalbi “pıt pıt” diye sevinçle attı. “Altı iyilik yaparım,” dedi. “Hem bugün hava çok güzel.” Lila başını sallayıp gülümsedi, avucunun içinden fındık kadar cam bir kavanoz çıkardı. Bu kavanoz, içi boş bir mumluk gibiydi. “Işık tohumları burada toplanacak,” dedi. “Yol bizi çağırıyor.”
Ormanın içine yürüdüler. Daha birkaç adım bile atmamışlardı ki, küçük bir telaş gördüler. Yolun kenarında, karıncalar uzun bir sıra olmuş gidiyor, ama dev gibi bir bisküvi parçası onların yolunu kapatıyordu. Birileri acayip aceleci ayaklarla geçmiş, bisküviyi tam karınca yolunun üstüne düşürmüştü. Karıncalar etrafa saçılmış kırıntılarla uğraşırken bazıları onun altından geçmeye çalışıyor, bazıları geri dönüyordu.
“Kimse duymasın, ama karıncaların sesini duyabiliyorum,” diye fısıldadı Lila. “Bugün evlerine ekmek götürüyorlarmış. Yol tıkandı.”

Zeynep çömeldi. “Merhaba küçük komşular,” dedi yumuşak bir sesle. “Yoldaki koca parçayı kaldırayım mı?” Elini yavaşça uzattı, parmaklarıyla bisküviyi kenara çekti, sonra kırıntıları da dikkatlice bir tarafa topladı. Karıncalar sıraya girip yeniden ilerledi. Bir tanesi durup antenleriyle Zeynep’in tırnağına dokunur gibi oldu. Zeynep güldü. Lila’nın kavanozu pıt diye ışıldadı ve içine minik bir yıldız tanesi düştü.
“Bir,” dedi Lila, sevinişle. “Çok güzel bir başlangıç.”
Yola devam ettiler. Az ilerde, dikenlerinin arasında üç küçük elma sıkışmış bir kirpi buldular. Kirpinin gözleri kederliydi. “Kardeşlerime elma götürecektim,” dedi Lila, kirpinin fısıltısını Zeynep’e çevirerek. “Ama dikenlerime takıldı, ben de çıkaramıyorum.”
Zeynep, kirpiyi ürkütmemek için yere oturdu. “İstersen yardım edeyim,” dedi. Kirpi, minicik bir baş selamı verdi. Zeynep yapraklardan yumuşak bir yastık yaptı, kirpiyi üstüne nazikçe koydu. Parmak uçlarıyla, dikenlerine takılan elmaları birer birer serbest bıraktı. Bir elmayı büyük bir yaprağa sarıp kirpinin sırtına bağladı, diğer ikisini de önüne yuvarladı. Kirpi, minnetle gözlerini kırpıştırdı. Lila’nın kavanozunda ikinci ışık tohumu parladı.

“İki!” dedi Lila, kanatlarını çırparak. “Her iyilikte kanatlarımdan bir tüy daha parlar.”
Güneş bulutların arasından saklambaç oynuyordu. Derken üstlerinde kocaman, pamuk gibi bir bulut toplandı. Bulutun altından serin bir gölge düştü, ama bulutun kenarlarından su süzüldü. “Bu bir ağlayan bulut,” dedi Lila. “Şekillerini kaybettiğini sanıyor.”
Zeynep, buluta el salladı. “Ben sana yardım edebilirim,” dedi. “Beraber oyun oynayalım mı?” Buluta dumanlı bir nefesle üfler gibi yaptı. “Şimdi seni bir kuzuya benzetiyorum. Bak, kulakları böyle.” Bulut, kulaklarını yuvarladı. “Şimdi de bir balık. Kuyruğun var.” Bulut bir balık gibi uzadı. Zeynep kahkahasını tutamadı. “Sonra bir kalp ol. Herkesin seveceği bir kalp.” Bulut yavaşça bir kalp şekline girdi, ağlaması durdu, serin gölgesi çiçekleri dinlendirdi. Kavanoz üçüncü kere ışıldadı.
“Üç,” dedi Lila. “Bulutun gülüşü, çiçeklerin suyu oluyor.”

Biraz daha ilerlerken, incecik bir dereye ulaştılar. Dere pırıl pırıl akmıyor, dal parçalarıyla tıkanmış gibi duruyordu. Suyun içindeki küçük balıklar kıpır kıpır ama tedirgindi. Zeynep ayakkabılarını çıkardı, paçalarını sıvadı. “Suyun soğuğu güzel,” dedi. Bir çubuk bulup dikkatli hareketlerle dalları kenara itti, yaprakları bir araya getirip dere taşının üstüne taşıdı. Su şarkı söylemeye başladı. “Şırıl şırıl şırıl.” Balıklar dans etti, bir tanesi su yüzeyine zıp zıp atlayıp güneşi selamladı. Lila’nın kavanozunda dördüncü ışık tohumu tıngırdadı.
“Dört,” dedi Lila. “Su da teşekkür etmeyi bilir.”
Ormanın orta yerinde, eski bir su değirmeninin gölgesine vardılar. Değirmen artık dönmüyor, sadece rüzgârla çatıdaki çıngıraklar hafifçe çalıyordu. Lila’nın gümüş çanı işte buradaydı: tavan kirişine takılmış, ama ince bir örümcek ağına dolanmış halde duruyordu. Örümcek, ağa tırmanıp iniyor, bir sağa bir sola bakıyordu. İncecik bacaklarıyla ağını çekiştirdiğinde, çanın kenarı ağa dokunup onu titretiyordu.
“Ben Nakkaş,” dedi örümcek, Lila'nın kulak verdiği diliyle. “Ağımın motiflerini rüzgârda işliyorum. Ama bu parlak şey ağımı bozuyor. Kırmak istemem, ama rahatsız oldum.”

Zeynep, örümcekten korkmadan yaklaştı. “Ağın çok güzel,” dedi. “İpek gibi.” Elini uzatmadan önce bekledi. “İzin verirsen, çanı ağından kurtarırım. Sonra başka bir yere asarız, rüzgâr yine çalsın, ama ağın güvende kalsın.”
Örümcek minik bir selam daha verdi. “İzin.” Zeynep saçının telinden çözülmüş ince bir kurdeleyi çıkardı. Etraflarına bakındı, kirişe yakın bir kuru dal parçası buldu. Çanı nazik hareketlerle ağdan serbest bırakıp kurdeleyle dala bağladı, dalı da kirişin biraz uzağına yerleştirdi. Çan hafif bir rüzgârla “tınnn” dedi örümceğin ağı ise kıpırdamadan durdu. Nakkaş, ağını onardı, sonra bir köşeye çekilip sabırla bekledi. Lila’nın kavanozu beşinci kez ışıldadı.
“Beş,” dedi Lila. “Saygı da iyiliktir. Hem sanat, hem rüzgâr mutlu.”

Zeynep, elini çana uzattı. “Geri döndün,” dedi, gülerek. Lila, çanın yanına uçtu, kanatları daha da ışıl ışıl oldu. “Şimdi,” dedi Lila, “Gülüş Kapısı’nı açmak için bir ışık tohumu daha gerek. Bazen insanlar kendilerini unuturlar. Oysa kendine iyi davranmak da iyiliktir.”
Tam o sırada Zeynep, dizindeki küçük bir sıyrığın sızladığını fark etti. Az önce derede dolaşırken bir taş değmişti. “Ah,” dedi, ama ağlamadı. Çana bakıp gülümsedi, sonra dereye dönüp ellerini yıkadı, dizini de suyla nazikçe temizledi. Çantasından bir mendil çıkarıp dizine sardı. “Kendime de iyi bakarım,” diye mırıldandı. “Çünkü ben de önemliyim.” Lila’nın kavanozu altıncı kez parladı. İçindeki altı ışık tohumu, sanki altı minik ateş böceği olmuş gibi titreşti, sonra hepsi birden çana doğru sıçrayıp içine girdi.
Değirmenin etrafında hava tatlı bir vanilya kokusu gibi ısındı. Gözle görülmeyen bir kapı aralandı, rüzgârın içinden kahkahalar duyuldu, ama bu kahkahalar yaramaz değildi neşe dolu, şefkatli kahkahalardı. Renk Pınarı, görünmeyen bir ağacın tepesinden göğe doğru fışkıran ışıklarla yeniden parladı. Çiçekler daha canlı, taşlar daha sıcak, gölgeler daha yumuşak oldu.

“Başardık,” dedi Lila. “İyilik Çanı yeniden çalıyor. Artık köyünde ve ormanda ne zaman bir iyilik yapılırsa, çan ‘tın’ diyecek. İnsanlar bilsin diye değil, kalpler işitsin diye.”
Zeynep, Lila’ya baktı. “Peri Bahçesi’ne gidecek misin?” Lila başını iki yana salladı. “Bahçem artık burada da var. İyilik yapılan her yerde minik bir Bahçe açılır. Ben bazen görünür, bazen görünmem. Ama çanın sesi hep var.” Lila, çanı ceviz ağacının yanına, herkesin fark etmeyeceği ama rüzgârın bulacağı bir noktaya astı.
O günden sonra, köyde tuhaf ama güzel şeyler oldu. Zeynep, evde eski bir kavanoz bulup “İyilik Kavanozu” yazdı. Ailesiyle birlikte gün içinde yaptıkları küçük iyilikleri yazıp içine attılar: “Kardeşimin kırılan kalemini bantladım.” “Komşunun balkon çiçeklerine su verdim.” “Kendi kendime kitap okurken sabırla harfleri tekrar ettim.” Akşamları kavanozu açıp notları okuyor, gülümsüyorlardı. Bazen uzaklardan “tın” sesi geliyordu, sanki bir teşekkür gibi.

Okulda, Zeynep ve arkadaşları “İyilik Saati” diye bir şey uydurdu. Her gün, ders başlamadan önce sırayla biri sınıfın çiçeklerine su koyuyor, biri kitapları düzgünce sıraya diziyor, biri sesini alçaltarak konuşmayı hatırlatıyor, biri sınıfa yeni gelen çocuğa oyun teklif ediyordu. Kimse ödül beklemiyordu çünkü ödül, sınıftaki havanın yumuşamasıydı. Zeynep, yemin eder gibi değil ama söz verir gibi bir düşünce taşıdı içinden: “İyilik, görünmeyen pergelle çizilirmiş ne kadar yaparsan, o kadar alan açılır.”
Bazen rüzgâr akşamüstü ormandan eser, çanı hafifçe tokuşturur, Zeynep dışarı çıkar, “Merhaba Lila,” diye fısıldardı. Peri, bazen bir serçenin kanadında, bazen yağmur damlasında, bazen de bir gölge oyunu içinde “Merhaba Zeynep,” derdi. İkisi de bilirdi ki, büyük şeyleri büyük yapmak gerekmez küçük şeyleri güzel yapmak yeter.
Yıllar geçmedi, sadece birkaç mevsim döndü. O mevsimlerde Zeynep, komşusu Ayşe teyzenin alışveriş poşetlerini taşımayı, yağmurlu bir gün sokakta ıslanan kediye kutudan ev yapmayı, okulda sözcükleri bilmeyen bir arkadaşına harfleri fısıltıyla öğretmeyi, bir oyuncağını hiç tanımadığı bir çocukla paylaşmayı, kendi kalbini de ara sıra dinleyip yorulunca dinlenmeyi öğrendi. Her seferinde çan “tın” dedi. Bu bazen çok uzaktan geldi, ama Zeynep’in içinde de küçük bir çan vardı artık o, en netini o duydu.

Bir gün, kar yağdı. Köy beyaza büründü. Zeynep, kapının önüne bir tas sıcak su koydu, içine biraz şeker attı, minik kuşların içmesi için. Nefesini buhar yapıp havaya üfledi. Gökyüzünden yumuşak bir ışık düştü, saçlarına kondu. Lila’nın sesi, kar tanesi kadar hafif, ama ateş kadar sıcaktı: “İyilik, kışın soba, yazın gölge her mevsim kalp için yorgan.”
Zeynep gülümsedi. Evin içinden babaannesinin sesi geldi: “Gel kızım, nane çayı hazır.” Zeynep içeri döndü, eline sıcak kupayı aldı, annesine sarıldı, babasına göz kırptı. Dışarıda rüzgâr, ceviz ağacındaki çanı nazikçe salladı. Çan “tınnn” dedi. Kim bilir, belki o sırada bir yerde bir çocuk oyuncağını paylaştı, birisi bir çiçeği suladı, bir başkası kendine “Aferin, denedin” dedi.
O masal, o köyde bitmedi. Çünkü iyilik yapılan yerlerde masallar hep devam eder. Zeynep, her sabah kapının önüne koyduğu tabureye yine oturdu, güneşi bekledi, çiçeklerle konuştu, serçelere su koydu. Ve kalbinde büyüyen Bahçe, her “tın” sesiyle biraz daha renk aldı. Mutlu son dedikleri belki de buydu: her gün yeni bir başlangıç kadar yumuşak, her iyilik kadar parlak bir son. Ve o son, yeni iyiliklerin ilk adımı oldu.
Yorumlar (0)
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu siz yapın!