En Keyifli Yolculuk Hikayesi

En Keyifli Yolculuk

Abone Ol google news
En Keyifli Yolculuk
En Keyifli Yolculuk

Anadolu’ya Yolculuk Masalı

Bahar geldi. Odamın penceresinden bakıyorum. Ağaçlar, çiçekler… İzmir’de kış karlarla, çamurlarla yaşanmaz. Hiç kar görmedim ben. Yıllar, yıllar önce İzmir’e de kar yağmış. İnsanlar çok şaşırmışlar. Karadenizde yağmur, iç Anadoluda bozkırlar, Güneydoğu Anadoluda kar. Akdenizde, Egede güneş.

Her yerin kendine ait iklimi bitki örtüsü olduğuna göre kişileri de öyle mi acaba? Yağmur, kar, güneş insanların davranışlarını etkiler mi? Öğretmenimiz anlatmıştı. İlk görev yaptığı, Anadolu’da bir yerde üç ay köyün yolu kapanırmış. Üç ay sonra gider, birikmiş maaşlarını bankadan çekerlermiş. İnsan öyle bir köyde olsa nasıl bir kişiliğe bürünür? Sabrı öğrenir herhâlde…

Karadeniz’de her mevsim yağmur yağarmış. Dağlar kıyıya paralel olduğundan bulutlar içeri geçemez, biriktirdiklerini yine Karadeniz’e boşaltırlarmış. Toprak böyle böyle suyla beslendiğinden her taraf yemyeşil ağaçlarla, bitkilerle dolu… Yağmuru çok severim ben. Karadeniz’de olsam çok mutlu olurdum. Ya yağmuru, puslu havayı sevmeyenler? Onlar da mutlu mudur acaba?

Bölgelerin çoğunu görmedim. Derste, evde konusu geçtiği zaman öyle merakla dinliyorum ki… Büyüyünce, gitmediğim yer kalmayacak; buna çoktan karar verdim. Şimdiden bir plan yaptım bile… Trakya’da ayçiçek tarlaları. Marmara’da İstanbulun ve Bursa’nın tarih kokulu sokakları; saraylar, camiler. Çanakkale’de savaşın geçtiği yerler. Akdeniz’de Antalya. İzmir’e benzermiş Antalya. Parklar, limanlar…

Adana’da baharat satılan çarşılar, Mersin’de portakal bahçeleri… İç Anadolu da tarihiyle muhteşem. Nevşehir’de Kapadokya, Peri Bacaları. Konya hele. Orayı hatırlıyorum sanki. Dümdüz, kocaman bir şehir… Mevlana’nın memleketi Konya… Güneydoğu’da Nemrut’u merak ediyorum. Dağın tepesinde taşlardan koca koca heykeller yapmışlar.

Urfa’yı, Mardin’i adım adım gezsem bıkmam. Doğu Anadolu’da Van Gölü, barajlar.. Doğu Karadeniz’de çay tarlaları, yaylalar… Çabuk çabuk büyümem gerek.

– Doğaç, telefon sana, dedi annem. Odamın penceresinden Türkiye’mi gezerken telefonun sesini bile duymamışım. Koşarak telefona ulaştım, annem gülümseyerek ahizeyi uzattı.

 – Doğaç, ben Arzu…

 – Aaa Arzu, nasılsın?

 – Ben iyiyim, seni merak ettiğim için aradım.

 – Niçin merak ettin?

 – Okul çıkışı Aykut’la seni bekledim. Onunla bir gün önce telefonda sözleşmiştik. Sana söyleyecekti. Az önce evlerini aradım, kimse açmadı. Ben de seni aramayı düşündüm. İyi misiniz siz?

 – Ah, Aykut!

 – Ne oldu?

 – Sana geleceğini de, bana söylemeyi de unutmuş. Eve birlikte dönmüştük oysa. Çok üzüldüm. Sen neredesin? Geleyim mi?

 – Çoktan yurda döndüm. Keşke seni de arasaymışım. Aman, sorun unutmak olsun. Siz iyisiniz ya… Bir aksilik oldu diye korkmuştum.

Yuva ziyaretinden sonra Arzu ile okul çıkışında buluşmuştuk. Yuvadaki sohbetimizden çok daha güzel bir sohbetti. Aykut’la birlikte ona mahallemizi gezdirdik. Sahile gittik, denizi seyrettik. Aykut’a bakar mısınız? Nasıl unutulur böyle bir çey? Arzu’dan defalarca af dilemek zorunda kaldım.

Her defasında Aykut’a bile kızmadığını, unutkanlık olabileceğini söyleyip beni sakinleştirmeye çalıştı. Çok üzülmüştüm. Haftaya başka bir gün belirlemek üzere telefonu kapadık. Ah, Aykut! Gösteririm ben sana! Dua etsin, Arzu anlayışlı bir kız. Hemen Aykut’u aradım. Defalarca çaldırdım, sanırım uyuyakaldı. Sonunda uykulu bir sesle telefonu açtı.

– Aykut!

– Efendim Doğaç, dedi uykulu bir sesle.

– Bütün gün uyumuşsun zaten.

 – Yoo, az önce uyudum.

 – Yok, yok uyumuşsun. Bugün okul çıkışı kime gidecektik?

– Eyvah! Arzu’ya gidecektik, dedi.

– Az önce beni aradı. Seni aramış, duymamışsın.

Çok ayıp oldu.

– Hem de nasıl! Nemen ara, özür dile. Haftaya bir gün ayarlayalım, dedim.

-Bugün de büfeden izinliydim. Haftaya bir kez daha izin almak zorunda kalacağım.

– Aykut, yakınmayı bırak; özür dile.

– Tamam, konuşurum şimdi. Maniyle şiiri ne yaptın?

– Babam geldikten sonra herkese soracağım. Anneme olan biteni anlattım. Hiçbir buluşmasına gecikmeyen annem için çok büyük bir sorundu tabii. Unutan Aykut’tu, ama yarım saat kadar annemin öğütlerini dinlemek zorunda kaldım. Bu yaşta unutmak da neymiş? Karşıdaki insanı unutmak, onu önemsememek anlamına gelirmiş ve büyük nezaketsizlikmiş. Daha neler, neler..

Babam geldi de kurtuldum derken bir yarım saat de ondan… O, başka bir taraftan bakıyordu. Yuvadaki Çocuk, kin bilir ne planlar kurmuştur; onun planlarını darmadağın etmişiz. Bunu düşünmemiştim, bir kez daha üzüldüm. Arzu, yuvadaki bir çocuk gibi davranmıyordu ki babamın söylediklerini düşünebileyim. Aksine, bize göre daha kendine güvenli, daha neşeli, daha konuşkan…

Yuvadaki çocukları kendi dünyamıza göre değerlendiriyoruz. Bizim ailemizle birlikte olmamız doğal, onların yaşıtlarıyla birlikte kalıyor olmaları da onlara doğal geliyor. Kendi yaşıtlarımızla birlikte yaşama şansına sahip olamadığımız için onlar da bizim için üzülüyor olmasınlar? Herkes, yaşamı kendi bulunduğu yere göre değerlendiriyor; oysa çok farklı yaşamlar var.

Hiçbir maddi sıkıntısı olmayan bir çocuğun simitten aldığı Isırıktaki mutluluk ile haftada bir simit yiyebilen bir Çocuğun ısırığındaki mutluluk aynı değil ki… Aykut, babam işten ayrıldığı gün sakin davrandığında şaşırmıştım; çünkü onun babasının sık yaşadığı bir şeydi bu sorun. Abim geldi. Ona da anlattım tabii. Gülümsedi:

– Haftaya gönlünü alırsınız, sorun etme, dedi.

– Bu kadar m?

– Ne diyeyim, olup bitmiş, çaresi var mi?

Evet, herkes yaşamı bulunduğu yere göre değerlendiriyor. Annem ve babam için bu tür olaylar, beni yaşama hazırlama fırsatları. Beni yaşama hazırlamak gibi bir kaygıları var. Abimin öyle bir kaygısi yok, çünkü görevi değil. Ne kadar sakince yanıtladı.

Yetişkinlerin iyi niyetlerini anlıyorum, sanırım bizi her olayda yetiştirmeye çalışmalarının, yaşamı derse dönüştürdüğünün farkında değiller. Her olayda bir çıkarım yapmak zorunda mıyım? Ben hiç hata yapamaz mıyım? Hatamı kimse bana açıklamadan kendi kendime anlayamaz mıyım?

Yetişkinler, bildiğimiz her şeyi kendilerinin öğrettiklerini, yaşamda karşılaşabileceğimiz her şeyi söyleme ihtiyacı duyuyorlar. Dışarıda çok büyük bir dünya, çok uzun bir yaşam var. Onların dışında da bir şeyler öğreniyoruz, bunu anlamalılar.

 Benim yerime düşünürseniz ben kendi başıma düşünmeyi ne zaman öğreneceğim? Düşmek, kendi ellerimle kalkmak istiyorum. Keşke bana kalkarken hangi duvara dayanırsam daha iyi olacağını söylemeseler… Yanlış duvara dayanıp bir daha düşsem, ama kendi başıma öğrensem… Birkaç dakika içinde düşündüğüm şeyleri annemle babama da söylemeliyim. değil mi?

– Unutmak, bilinçli yapılan bir şey değil; öyle değil mi?

– İnsan bilinçli unutmaz tabii… dedi babam.

– Unutan Aykut olduğu hâlde beni eleştirdiniz.

Aynı hatayı benim yapmamı istemediğiniz için. Abim geldi “Haftaya gönlünü alırsinız, sorun etme. da dedi. Bana ders vermeyi seçmedi.

– Sana ders vermeye çalışmamızın neresi yanlış, dedi annem sitemle.

– Amacınızı anlıyorum. Okulla ya da kendimle ilgili hangi konuda konuşsak sizin neden sonuç açıklamalarınızla, önerilerinizle bitiyor.

– Oğlumuz büyümüş, cümlelere bakın, dedi babam. Gülümsedim. Bir dakika, lütfen şamataya almadan Doğaç’ı dinleyelim, dedi abim, meraklı gözlerle bana bakarak..

– Sizi kırmak istemiyorum. Bazı şeyleri de kendi kendime öğrenmeme izin verin lütfen. Başkaları ne der diye düşünmeyin… diye ekledi abim.

– Yanlışlar yapabilirim, aptalca şeyler de olabilir bunlar. Kendi kendime düzeltmeme ya da düzeltemememe izin verin.

– Çünkü her zaman Doğaç’ın yanında olamayacağız, dedi abim. “Kendi başına sorunlarını çözmeyi öğrenemezse bizim olmadığımız zamanlarda basit sorunlar karşısında bile ne yapması gerektiğini bilemeyecek.”

– Aynı şeyler senin için de geçerli, dedi annem, abime.

Canım abim… Kendimi daha iyi anlatabilmemi sağlamıştı. Bizimkilerin birbirlerine bakışlarından, bunları bizden duymaktan çok mutlu olduklarını anlıyordum. Babam, bu konuda annemle konuşacaklarını, bizi anlamaya çalışacaklarını söyledi. “Hayır, Siz küçüksünüz, sizi korumak zorundayız.

Dışarıdaki dünya bizim evimiz gibi değil. Tabii ki sizi sık sık uyaracağız.” deselerdi ne değişirdi? Hiçbir şey… Kendimizi anlatamamanın sıkıntısını yaşardık yalnızca. Babamın “Söylediklerinizi anlamaya çalışacağız.” sözleri çok şey değiştirdi.

Canım ailem… Canım abim…

– Üf, sıkıldım, dedi babam. “Bugün çok ciddisiniz, başka şeyler konuşalım.” – Konuşalım…

-Yarın cumartesi, baharın ilk cumartesisi…

– Piknik?

– Daha güzel bir şey…

– Paintball?

– Ondan keyif almayacak kadar büyüdünüz.

– Hadi baba…

– Diyorum ki yarın sabah atlayalım arabaya, Kavacık’a gidelim.

– Aman babaaa..

– Deniz, sen istemiyorsan gelme; ama gerçekten pişman olursun. Hele bu mevsimde…

– Gelmeyeyim babam, yarın bateri çalışmak istiyorum.

– Sen bilirsin oğlum. Abimin hiçbir yere çıkmama yaşı. Ne zaman birlikte bir yere gitmek istesek bıkkın bir sesle olumsuz yanıt verir. Ben o de yaşa hala gelmemiş olmalıyım ki bizimkilerle bir yerlere gitmeye bayılıyorum.

– Yıllardır tam da bu mevsimde gitmeyi planlar, bir türlü gidemezdik. Baharda muhteşemdir Kavacık, dedi annem.

– Yarın öğleye doğru çıkalım o hâlde, sözleştik mi?

– Tamam, baba. Ama aklıma bir şey geldi. – Hayrola?

– Arzu’yu da götürebilir miyiz?

– Bilmem, annene soralım.

 – Anne, ne olur tamam de…

– Götürmemizde bir sakınca yok, ama izin alabilir miyiz, bilmiyorum. Gülay’la konuşmam gerek.

– Gülay teyze halleder bence.

– Aykut da gelsin o hâlde? O yarın da çalışıyor anne, büfeden izin alabilir mi acaba?

– Ben cepten Gülay’ı arayayım, sen de telefondan Aykut’u ara… Hadi işbaşına.

– Çok güzel olacak. Arzu için izin alabilirsek bugünü de affettirmiş olacağız. Hemen telefona koştum, Aykut’u aradım:

– Yarın büfede misin?

– Öyle, büfedeyim. Arzu mu gelecek yoksa?

-Hayır, başka bir plan, ama Arzu da gelebilir. Yarın Kavacık’a gidiyoruz. Bu mevsimde kaçırılmaması gereken bir gezinti… Yarın için büfeden izin alabilir misin?

– Çok zor… Bugün öğle sonu gitmedim zaten.

– Bir dene şansını, ne olur. İzin alabilirsek Arzu da gelecek.

– Tamam, sen kapat, büfeyi arayıp konuşayım. Ama bizimkilerden de izin almam gerek. Ararım birazdan seni.

– Çabuk ol, bekliyorum, dedim. Telefonu kapattım, koridorda annemle karşılaştık.

– Ne oldu anne? – Gülay teyzeni aradım, Müdüre Hanım’ı arayacak. O, tamam derse, Arzu ile konuşacak. Senden ne haber?

– Aykut da büfeyi arayacak, bekliyorum. Mutfağa döndük. Kötü huylarımdan biri, acelecilik… Böyle durumlar hemen sonuçlansın isterim. Yerimde duramam. Birkaç dakika sonra hem ev telefonumuz hem de annemin cep telefonu çaldı.

Arayanlar, arananlar belli.

– Doğaç, tamamdır. Büfe kalabalık olurmuş. ama yardım edecek çok kişi varmış. Bu hafta da dinleneceğim, hatta pazar da,.. Haftaya hiç izin yok; yardımcı olacak kimse yokmuş, yalnızca ben kalıyormuşum. Öyle anlaştık.

– Annenler ne dedi?

– Seninle ilgili hiçbir şeye hayır demiyorlar ki. İzin verdiler.

– Çok iyi.

– Arzu da geliyor mu?

– Annem, Gülay teyze ile konuşuyor şimdi. Bekle, öğrenip geleyim. Telefonu açık bırakıp koştum. Annem, Gülay teyzeye başka bir olay anlatıyor. Önüne geçip “Ne oldu?” anlamında işaret yaptım. Gözleriyle ta- mam dedi. Tekrar telefona koştum.

– Tamam, geliyormuş.

– Çok sevindim.

– Bence hemen sevinme, yarın kendini nasıl affettireceğini düşün.

– Sorma… Anneme yiyecek bir şeyler yaptırırım şimdi, affettiririm kendimi.

– Öğleye doğru çıkıyoruz, gecikme, Annem de konuşmasını bitirmişti. Müdüre Hanım Gülay teyzenin güvencesiyle kabul etmiş, Arzu hem cumartesi hem pazar bizimle birlikte olacakmış. Annemle dostluğunu, yabancı olmadığını biliyor herhâlde.

Sonra Gülay teyze, yuvayı aramış. Arzu’ya gitmek isteyip istemediğini sormuş. Arzu, rahatsız etmekten çekindiğini söyleyince Gülay teyze, çok istediğimizi söylemiş. Yarın da Arzu’yu yuvadan alacağız. Gülay teyze de sabah orada olacakmış zaten.

– İki gün çok iyi oldu, Aykut da iki günlük izin aldı, dedim. Hareketli bir hafta sonu bizi bekliyordu. Cumartesi için plan belliydi, ya pazar?

– Pazar günü ne yapacağız?

– Aklımda başka bir yer daha vardı, dedi babam.

 “Teos,..”

– Teos da neresi baba, derken abim söze girdi.

– Teos’a gelirim bakın. Adını çok duyuyordum, merak ediyorum. Sonra bana döndü: “Sığacık’ı geçince… Bir antik kent…”

İzmir’de tarihi yerler o kadar çok ki. Hepsinih adını öğrenmek zor, dedim.

– Yarın yolda atıştırmak için bir şeyler hazırlayayım. İçeri geçmeyin, bana arkadaşlık edin burada dedi annem. Mutfak muhabbetine bayılırız biz. Yeter ki sen bizi kovalama.

– Ne zaman kovaladım Zafer, aşk olsun! Annem, hamurla uğraşmaya başladı. Biz de onu kızdırmaya çalışıyoruz. İşini yarılamıştı ki benim aklıma geldi:

– Mani ve şiir ödevim vardı, az daha söylemeyi unutuyordum. Önümüzde iki gün var daha, halledersin.

– Zaman alacak bir ödev değil. Size ihtiyacım var.

– Nasıl?

– Öğretmenimiz, kaynaklara bakmadan, ailede mani bilen varsa bir tane mani öğrenmemizi istedi.

– Kolay o, dedi annem.

– Nasıl kolay? Nasıl ezberleyeceğim?

– oğlum, mani dört dizelik bir şiir biçimi. Hiç zor değil. Sana hem mani söylerim hem de özelliklerinden söz ederim. Çok zevklidir, söyleyeyim baştan. Şiir ödevi ne peki? Ailemizdeki herkesin sevdiği şiirleri öğreneceğiz. Sonra onlara, o şiirlerin en sevdikleri bölümlerini sorup deftere yazacağız.

– Güzel ödevmiş. Bugün mahiyi hallederiz, yarın akşam da siirleri.

– Mani hemen mi?

– Keten gömlek beden dar,

– Beni koyup giden yar,

– Sen bana kıymaz idin, Sana bir öğreten var.

– Gerçekten, hemen söyledin, deyip güldüm. “Annem, ne hoş bir şiirmiş bu.” – Annen iyi bilir oğlum, deyip kahkaha attı babam.

– Sen babanın güldüğüne bakma oğlum. Mani deyince, aklına yazıldığı yer geliyor; o yüzden bana takılıyor.

– Mani nerede yazılıyor ki?

“Gidene bak gidene,

 Güller sarmış dikene,

 Mevla sabırlar versin, Gizli sevda çekene.”

– Çok güzel anne, çok güzel! Üçüncü dizeyi de komik okudun.

– Çünkü üçüncü dizenin son sesi diğerlerinden farklı… Maniye kendi müziğini kazandıran da o dize, dedi abim.

– Sen de biliyor musun annemin anlattıklarını abi?

– Biliyorum tabii, geçen yıl öğrendik. Sen de öğreneceksin. manileri okuttuk. Yıllardır belleğinde kalmış. Ne güzel şiirler bunlar… İçlerinden birkaç tanesini seçip defterime yazdım. Eminim, sınıfın en güzel manileri Anneme bir daha, bir daha diyerek bildiği tüm benimkiler olacak.

Eğlenceli bir gecenin sabahında kalkmak daha kolay… Erkenden kalktım. Çitır’la bir saat kadar oynadık. Sabahları oynamak istediğinden çok uyutmuyor zaten. Çok seviyorum Çıtır’ı… Çok uyumlu bir kedi. Zaman geçtikçe anladım ki bütün kediler böyle olmazmış. Çoğu kendisini sevdirmezmiş bile. Bizimkini kucağına al, hamur gibi yoğur.

Sevgisiyle, mırıltısıyla eşlik eder. Saate baktım, dokuza geliyor. Kahvaltı yapacağız, Aykut gelecek, hazırlanacağız, Arzu’yu yuvadan alacağız. Bir sürü iş var. Herkesi kaldırmalıyım. Çıtır’la koridora fırladım. Doğru abimin odasına… “Çıtır, hadi” der demez, Çıtır, zilin ayak pedalına zıpladı. Zilin üst kanadı havaya yükseldi, sonra gürültüyle aşağıdaki eşine çarptı. İnanılmaz bir ses. Kapı da açık olunca bütün eve yayıldı.

Çıtır’ın kendi kendine bulduğu bir oyundu bu. Abimin kapısını açık bulduğu an, oyun saatine de rast gelmişse bunu bir kez yapıyor. Abim, söylenerek kalktı. Koridorun sonunda annemle babamın sesi geldi. Benim uyanmaları İçin bilerek yaptırdığımı anlamışlardı. Suç ortağımla epeyce azar işittik, ama yarım saat sonra kahvaltı masasındaydık. Kahvaltının sonuna doğru da Aykut geldi.

Keyif çayı denen çaylarını içti bizimkiler, sonra hazırlanıp yola çıktık. Niye son çay, keyif çayı oluyor? Daha önceki çaylar keyifsiz mi? Ah şu büyükler! Yarım saat sonra yuvadaydık. Annemle babam, bizi arabada bırakıp içeri girdiler. Yanlarında Arzu ile döndüler. Bizim tanıştırmamıza gerek kalmadan kendileri tanışmışlardı. Arzu, arabanın arkasına, Aykut’la benim yanıma uçar gibi atladı.

– Hesap verin bakalım!

– Önce merhaba desene…

-O nezaket telefondaydı Doğaç, haftaya kadar üzülmeyin diye… Aykut’a döndü: “Nasıl unutursun. söyle bakalım!”

En Keyifli Yolculuk
En Keyifli Yolculuk

– Bak şimdi Arzu… Dinliyorum, anlat bakalım.

-Şimdi şöyle oldu…

– Lafı geveleme, anlat. Unuttum, özür dilerim.

– Tamam, yeterince sıkıştırdım seni, bir daha olmasın, dedi ve güldü Arzu.

– Ne tatlı dilli kızsın sen! Azarlaman bile güzelmiş, dedi annem.

– Teşekkür ederim, diyebildi Arzu, kızarmış bir yüzle.

– Merak etme kızım, ikisi de bizden yeterince azar işittiler, dedi babam.

– Doğaç’ın suçu yoktu, Aykut unutmuş.

– Olsun, o da onun arkadaşı işte, dedi babam, güldük. Nereye gidiyoruz Zafer amca?

– Şehrin dibindeki doğal köye… Kavacık adında bir yer. Otobanın arkasına geçeceğiz, sonra Kavacık yoluna gireceğiz. Ben birkaç kez gittim, çok sevdim. Umarım siz de seversiniz. İlk gördüğümde, bu kadar yakında doğal kalmayı başarabilmiş bir çevre beni şaşırtmıştı. Ormanlar, köy evleri, üzüm bağları… Arka tarafta hiç susmuyorduk.

Nasıl tanışırsan öyle gidiyor demek ki. Herkes anlatacak şeylerini biriktirmiş, anlatıyor da anlatıyor. Aykut da ben de Arzu’nun enerjisine kaptırıyoruz kendimizi. Annemle babamın konuştuklarımıza güldüklerini görüyorum. Zaman zaman onlar da lafa giriyorlar. Arzu, tanışalı bir saat bile olmadı; onlarla da şakalaşıyor, güzel cümlelerle bizimkileri de şaşırtıyor.

Otobana ulaştık, toplu konutlara açılan bir çıkıştan çıktık. Toplu konutları solumuzda bırakıp tırmanmaya başladık. İki arabanın ancak geçeceği dar bir yol. Yolun kenarına inşaat atıkları dökmüşler. Çok kötü. Biri onları oradan kaldırmazsa yıllarca kalırlar herhâlde. Her taraf yemyeşil, atıkların döküldükleri yerler hariç. Yol ilerledikçe ağaçlar yükseliyor, Karadeniz’de bir yolda ilerliyoruz sanki. Bulunduğumuz yer, İzmir’in uygarlığına on dakika uzaklıkta; fakat milyonlarca kişi özellikle korunmuş gibi buraya hiç adım atmamışlar sanki.

– Karşıdaki köyü görüyor musunuz çocuklar?

Sağda derin bir uçurum var. Kıvrılarak aşağı kadar iniyor. Uçurumun tepesinde tam ortada cami minaresi görünen bir köy var. Kuvvetli bir rüzgâr esse köyü havaya kaldırıp çukuru dolduruverecek. Yola devam ettik, birkaç dakika sonra köye ulaştık. Uzaktan göründüğü gibi değil, burada uçurumun tepesinde değiliz de normal bir yoldan ilerliyoruz sanki.

– Kavacık burası mı Zafer amca? Hayır, Aykut. Kavacık’a on beş kilometre kadar var. Burası küçük bir köy… Oyalanmadan devam edeceğiz. – Şu evlere bakar mısınız? Birbirinin üzerinde oturuyor gibi.

-Şu terasa bakını bütün vadiyi görüyor İnsanlar yok ama.

– Tarlalarında, bahçelerin delerdir. Yol boyunca görürüz. Köylülerin çalıştığı bahçeleri geçer geçmez orman başladı. Ağaçlar çok olduğu için orman demedim, gerçekten bir ormanda ilerliyoruz. Kıvrılarak ilerleyen yolda sustuk, yolun kenarındaki ağaçları izliyoruz.

Çam ağırlıklı, adını bilmediğim birçok ağaç türü var. Hepsi de çok yüksek. On metre, on beş metre boyunda koca koca ağaçlar… Yokuşu tırmanıp yüksekteki düzlüğe ulaşınca babam, arabayı sağda düz bir tepeye çekti.

– Orman kokusunu içinize çekin bakalım.

– Arabadan indik. Hepimizin ağzından hayret, mutluluk sözcükleri dökülüyor. İnanabiliyor musunuz çocuklar, otobandan içeri gireli yarım saat olmadı henüz. Üç milyonluk şehir şu tepelerin arkasında, çok yakın; buralara ulaşan, buraları kendisine benzeten olmamış. – Kimseye söylemeyelim Zafer amca burayı. Gelip mahvederler.

– Keşke söylememekle kurtarabilsek oğlum.. Burayı elbette çok insan biliyor. Niçin böyle kalmış biliyor musunuz? Henüz toprağın paraya dönüşmesi gerçekleşmemiş burada. Bugün şuraya bir villa yapılsın; iki yıl içinde bu görüntü tümüyle ayak olur. İnsanlar para getireceğini düşünmedikleri için buraya yatırım yapmıyorlar.

Yeter ki birisi villa yapsın… Bakın nasıl üşüşüyorlar. Babamı dinlerken manzarayı, ormanı izliyoruz. Muhteşem bir görüntü… Her yerden baharın kokusu, sesi geliyor. Biz sustuğumuzda bahar konuşmaya başlıyor. Kuşları, böcekleri, ağaçları, toprağıyla…

 Çam ağaçlarının altı, onlarca yılda birikmiş, kurumuş çam dikenleriyle kaplı. Dikenlerin üzerinde kurumuş kozalaklar. Altında diken olmayan ağaçların çevrelerinde, ağaçları sarmalamış sarmaşıklar var. Orman kokusunu derin derin içime çekiyorum.

Burada, tam burada bir evimiz olsa… Okulumuza, işimize buradan gidip gelsek… Geceleri tek başımıza kalmak korkutmasa ne güzel olurdu. Arabamıza bindik tekrar. Her ağaç, yol birbirinin aynısı gibi görünüyor. Buna karşın izlemeye doyamıyoruz, Arzu bile sustu, soluksuz izliyor çevreyi.

-Hemen hemen Balçova’nın arkasındayız, dedi annem.

– Balçova, bizim evden birkaç kilometre sonra, nasıl olur?

– Yaklaşık on dakika sonra Kavacık’tayız. Kavacık, çıkış yolunun ortası.

– Çıkış yolu neresi baba?

– Güzelbahçe…

Şimdi anladım. Balçova, Narlıdere, Güzelbahçe boyunca dağların, ormanların arasından gidiyoruz. Paralel bir yolda yani. Konak’tan Göztepe’ye gelirken karşıda görülen dağların, ormanların içindeyiz.

– Aferin oğlum, aynen öyle…

– Ben de anladım, dedi kendi kendine konuşur gibi Aykut, hepimizi güldürdü. Kavacık sınırlarına girmiş olmalıydık. Sağlı sollu uzayıp giden orman, yerini üzüm bağlarına bıraktı. Alıştığımız gibi düz, düzenli bağlar değildi bunlar. Üzüm asmaları, bayırlardan aşağı doğru uzanıyor. En altta kalan asmaların üzümlerini yukarı çıkarmak için makaralarla, telle düzenek kurulmuş.

Köylüler, bağlarda çalışıyor; arabamız yanlarından geçerken şöyle bir bakıp işlerine devam ediyorlar. Babam, birkaç kez gelmiş; neler olup bittiğini biliyor, anlatıyor: Bir kez de üzüm bağları bozulurken gelelim. Üzümlerin toplandığı zamana bağ bozumu deniyor. Köylüler bağların yanına gölgelik altında bir taraça kuruyorlar, üzümlerini satıyorlar. Zamanlamayı iyi yaparsak pekmezin kaynatılışını, hazırlanışını bile görebiliriz.

Kavacık’ta otuz yıldır, İtalya’dan getirilmiş bir üzüm türü üretiliyor. Siyah, büyük taneli, tadı çok farklı bir üzüm türü; bilirsiniz, İzmir’de de en çok sevilen üzüm. Biliyorum ben baba, senin aldığın üzümlerden biri. – Evet oğlum. Talep çok olduğu için çok kolay bulunmaz. Pekmez de öyle. Görür görmez alıyorum. Pekmezin yapılışını görebilseydik keşke…

– Çocuklar için de ilginç bir deneyim olurdu.

– Nasıl yapılıyor ki anne?

Ayrıntılı bilmiyorum, ama pekmezin büyük kazanlarda saatlerce kaynatıldığını biliyorum. Köye ulaşmıştık. Sola doğru geniş bir sokağa girip köy meydanına ulaştık. Ortada yaşlı bir ağaç, ağacın çevresinde iş yerleri var. Kahvehaneler, bakkallar… Karşıda bir tabela dikkatimi çekti: “Kavacık Turizmini Geliştirme Derneği”. Derneğin tabelasını işaret edip gülümsedim:

– İyi ki çok iyi çalışan bir dernek değil.

– Niçin öyle dedin ki, diye sordu Arzu.

– Düşünsene… Yola çıktığımızdan beri büyük şehrin hemen yanında doğal hâliyle kalmış bir çevrenin tadını çıkarıyoruz. Çak fazla gelip giden alsa bu doğallık kalabilir miydi? Kahvelerden birinin önündeki masaya oturduk. Yan masada üç ihtiyar oturmuş. Gençler, bağ işleriyle uğraşıyor tabii. Meydanda da birkaç kişi var, o kadar. İhtiyarlar, oturmamızı beklediler; sonra seslendiler:

– Hoş geldiniz, merhaba! Merhabalarına karşılık verdik. Babam, yan masanın duyamayacağı bir sesle:

– Güzelyalı’da, Karşıyaka’da bir kahvenin önüne böyle oturduğumuzu düşünün. Yan masa merhaba der mi? Aklıma ne geliyor biliyor musunuz, doğayı korudukça insani ilişkilerimizi de koruyoruz Doğayla birlikte sanırım biz de bozuluyoruz. Sonra ihtiyarlara döndü: “Baharın gelişini çocuklar gören istedik. En güzel bahar Kavacık yolunda, Kavacık’ta.

– Üçü de sizin mi, diye sordu diğeri. Annem, beni göstererek yanıtladı:

– Biri bizim, delikanlıyla genç kız da oğlumun arkadaşları.

– Allah bağışlasın, dedi soran amca. Birbirlerine dönüp sohbetlerine devam ettiler. Ayran içtik. Babam, ne içeceğimizi bile sormadan, doğrudan ayran söyledi çünkü. Saplı, metal bardakların içinde ayranlar geldi. Kutuda içtiğimiz ayranlardan çok farklı. Köpüklü, Üst dudaklarımızda beyazlık bırakarak içtik, bir daha istedik.

-Herkes yoğurttan yapıyor ayranı, bu başka bir şeyden sanki, dedi annem.

– Serpil, bu ayranın içinde yoğurttan başka bir sürü şey var. Çam ağaçları var, kekik var, asma yaprakları var.

– Niçin beyaz, diye sordu Aykut. Arzu fırsatını yakalamış, affeder mi?

– Zafer amca, hem ortamın güzelliğinden söz hem de hayvanların farklı yiyecekler yediğini, bunun da ayrana farklı bir tat verdiğini anlatmaya çalışıyor.

– Haa, anladım, dedi Aykut.

Aykut, öyle sorular soruyor ki bedeni bizimle, aklı başka yere gidip geldi diyorum. Çok yapıyor böyle, sonra da bizimle birlikte sorduğu soruya gülüyor. Ayranlarımızı içip kalktık. İhtiyar amcalara iyi günler diledik. Güzel sözlerle bizi uğurladılar. Bize Bağ bozumunda da gelin çocuklar.” diye seslendiler. Gülümsedik, teşekkür ederek ayrıldık. Kavacık’ın birkaç ara sokağını görmemizi istedi babam.

Çöplerde eşelenen tavuklar, büyük kanatlı ve koca tokmaklı kapılar, kendi kendine akıp duran bir mahalle çeşmesi, kapıların önünde uzun süre kullanılmadığı için paslanmış tarım gereçleri, bizi meraklı gözlerle izleyen çocuklar… Sonra anayola çıkıp Kavacık’ı arkamızda bıraktık. Kavacık’a kadar tırmanmıştık, şimdi Güzelbahçe ye kadar inişteydik. Yukarıdan aşağı bakarken tepeciklerin üzerinde birikmiş bulutlan görebiliyorduk. Tepeciklerin üzerindeki vadilerin sisli görünümleri, toprağın nefes aldığı izlenimi veriyordu.

Burada her şey nefes alıyor olmalı. Ağaçlar, otlar, böcekler, gökyüzü… İzmir’de evimizin önündeki ağaçlar çiçek fidanları kesik kesik soluyor olmalı. Buradakiler derin derin nefes alıyorlar, eminim. Babam direksiyonu birden sağa kırdı, toprak bir yükseklikte durdu. Gözlerime inanamıyorum! İzmir, körfez, Karşıyaka, Konak hafif sisli bir görüntünün arasında tümüyle görülebiliyor. Koca koca gemiler, buradan araba büyüklüğünde görünüyor.

– Zafer amca, muhteşem, dedi Arzu.

– Gerçekten muhteşem bir görünüm kızım, dedi babam. Sonra durdu, sordu: “Peki, bu görünüme ne ad verilir?”

– Manzara…

– Manzara, ama asıl adı ne?

– Panorama denir çocuklar. Yukarıdan aşağı derinleşen, yoğunlaşan görüntüye denir. Eh, bunu da öğrenmiş oldunuz.

– Şuraya bakın, dedi Aykut. Dönüp, hepimiz Aykut’un gösterdiği yere baktık.

– Poşetler, cam şişeler… 

– Gazete parçaları, meşrubat kutuları…

– Şunları bir poşete doldurup aşağı kadar indirmek çok mu zor acaba? Kahvedeki amcanın yerinde olsam “Bağ bozumunda da gelin.” demem. Asla demem, diye kendi kendime söylendim. Buradan manzarayı izlemişler, yiyip içtiklerini de fırlatıp gitmişler.

– Acıkmışsınızdır çocuklar, dedi annem. Yiyip İçmek deyince annelerin aklına başka ne gelir?

– Çöplerin atıldığı yerin uzağında çimenlik bir ağaç altı bulup oturduk. Annemin hazırladığı ekmek aralarını, sonra da Aykut’un Arzu için özel yaptırdığı özür kekini yedik. Evde olsam şunların yarısını yiyemem. Yola koyulduk. Kilometrelerce gittik, hiçbir köye rastlamıyoruz.

Yaylaların arasındaki tepeciklere kurulmuş birkaç orman evi gördük yalnızca. Kimler oturur, yalnız başlarına burada ne yaparlar? Kalabalığa küsmüş insanlardır herhâlde. Güzelbahçe’ye beş kilometre kaldığını söyleyen bir tabela gördük. Babam: Bundan sonrasını geldiğimiz yolla karşılaştırın bakalım. Ne demek istedi? Yol ilerledikçe ne demek istediğini anlamıştım.

Yolculuğumuzun başında babamın söylediği “Toprak henüz paraya çevirmemişler.” sözünü burada anlamıştım. Vadileri kuşbakışı gören doğal orman evlerinin yerini aynı ortamda villalar almıştı. Birkaç küçük köyün içinden geçtik.

Köy evlerinin birkaçının bahçesi kafeterya gibi düzenlenmiş. Evin bahçe duvarına da yazmışlar: “Köy kahvaltısı, gözleme, ayran”. Köyün içinde, aşağıdaki vadiyi kuşbakışı gören kafeterya evler… Hiç doğal değildi bu. Güzelbahçe’den yola çıksak buralar ilginç, hoş gelebilirdi.

Ama çok doğal olan diğer yoldan gelince doğanın bozulmaya başladığı, ortamın yapaylığı öyle açık görülüyordu ki… Annemin bir yere oturup temiz havada çay içme fikrine herkes karşı çıktı. Aklımızda da dilimizde de ayranın tadı kalsın istiyorduk.

Hiçbirimiz bu yapay ortamda oturmak istemedik. Güzelbahçe’ye tepeden hâkim bir yere ulaşıncaya kadar aynı görüntüler devam etti. Yerini büyükşehrin keşmekeşine bıraktı. Bu tepeden de görmeye değer panorama vardı: Körfezin bitimindeki adalar, Urla buradan muhteşem görünüyordu.

Güzelbahçe’ye inip her zamanki şehir içi yolundan evimize döndük. Turumuz yaklaşık dört saat sürmüştü. Çok keyifliydik, fakat herkeste, annemin oksijen yorgunluğu dediği bir kırgınlık vardı. Annemle babam dinlenmek üzere birkaç saat odalarına çekildiler. Arzuyu abimle tanıştırdım. Onun da Aykut’un da baterisini denemesine izin verdi. En sonunda da benim… Konuklarım olduğu için çok oyalanmadım, benim odama gittik.

– Çok güzel, ama sıkılmıyor musun burada?

– Niçin sıkılayım Arzu? Tek başına… Dışarıda da yalnızca abin var oynayabileceğin. Garip geldi.

– Sen kalabalığa alışıksın tabii, ondan, dedi Aykut.

– Yaşam boyu yuvanın kalabalığında kalmayacaksın, alışsan iyi olur. Kaç yaşınıza kadar kalıyorsunuz.

– On sekiz yaşımıza kadar Doğaç, İki yıl sonra başka bir yuvaya geçeceğim arkadaşlarımla. Çünkü bu yuvanın yaş sınırını doldurmuş oluyoruz.

– Ne güzel dolaştık değil mi Aykut?

– Gerçekten çok hoşuma gitti. Annemlere anlatmak için sabırsızlanıyorum. Hatta bizim sınıfa da.

– Beni de davet etmeyi düşündüğün için teşekkür ederim Doğaç. Gerçekten çak güzel, çak farklıydı

– Böyle şeyler yaptığımızda hep üçümüz… Arkadaş değil miyiz? Arzu’yu Çıtır’la da tanıştırdım. Arzu, Çıtır’ı görür görmez bir çığlık attı: “Bu ne güzel şey böyle! Şunun gözlerinin güzelliğine bakın!”

Çıtır, Arzu’nun söylediklerini duymamış gibi, yanına gitti, onu kokladı. Evimize biri de gelse, bir şeyler de getirsek önce bunu yapıyor. Kokusuyla hafızasına mı alıyor; tehlikeli olup olmadığını mı kontrol ediyor, bilmiyorum.

Konuğumuzdan emin olmuş ki kucağından hiç inmedi. Beni unutup onunla oynadı. Arzu’nun mutlu olduğunu görmek hoşuma gittiğinden Çıtır’a hiç kırılmadım. Birkaç saat sonra akşam olmuştu. Bugünlük yemek düzenimizi bozduk. Annemle babam, annemin Arzu için hazırladığı ev yemeklerini yediler. Biz, özel bir şey istedik: Çubuk tavuk. Çubuk tavuk partisinin sorumlusu babamdır.

Büyük bir tencereyi yağla doldurur. Babam o kadar çok tavuk kızartır ki işinin tümüyle bitmesi iki saat kadar sürer. Tavukları ince ve uzun keserek pişirir. Onun için adına çubuk tavuk dedik. Bir de taze sıkılmış meyve suyu. Bundan daha iyi bir yemek olabilir mi?

“Artık yeter!” deyince ye kadar çubuk tavuk yedik. Mutfak sohbetimizi de ihmal etmedik. Annemle babam da sevdikleri şiirleri okudular. Babamın sevdiği şiirden bir parça çok hoşuma gitti: “Şairim, şiirin hasını ayak seslerinden tanırım.

Ne zaman bir köy türküsü duysam Babam da şiirin tam bu bölümünü çok severmiş. En güzel şiirlerin, halkın duygularıyla dile gelen şiirler olduğunu söylüyormuş. Bedri Rahmi Eyüboğlu adında aynı zamanda ressam olan bir şair yazmış. Resimlerinde de köy yaşamını işlermiş.

Ne güzel bir akşam oldu. Arzu, hiç yabancılık hissetmedi, bizim evin kızı gibiydi., Konuşmalara eşlik ediyor, zekâsıyla kendisini bizimkilere hayran bırakıyor. Aykut’un babası geldi, kapıda Arzu’yu onunla da tanıştırdık. Aykut sabah aynı saatte gelecek, Teos’a da birlikte gideceğiz.

Uyku saati gelmişti. Arzu’ya benim odamı verdim, çünkü benim konuğumdu. Çok mutlu oldu. Ben de bir gecelik abime konuk oldum. Aynı ekibe abimi de ekledik, arabaya bindik. Seferihisar’a, oradan da Sığacık’a ulaşacağız. Teos, oraya çok yakınmış. Arka tarafta daha kalabalık, daha gürültülüyüz bu defa. küçüklere karşı alışılmadık bir sevgisi var. Bir bebek görsün, dolu dolu bir şefkatle sever. Oynar, konuşur. Benim arkadaşlarıma karşı da öyledir.

Bakışı, sözleri, davranışlarıyla tam bir abidir. Onunla hep gül Abim, inanılmaz sevgi doludur. Kendisinden duydum. Arzu da onun için sevilecek, şakalaşacak, kızdırılacak bir arkadaşımdı. Yol boyunca Arzu’yla uğraşıp durdu. Annemle babam “Yeter oğlum, uğraşma kızla!” diye uyarıyorlar; ama Arzu öyle cin ki aslında abimin daha çok yardıma ihtiyacı var. Seferihisar a yaklaşırken kıskandığımı hissettim. Hangisini hangisinden, bilmiyorum.

Abimin benden çok başka birine yakınlaşması mı, Arzu’nun benim arkadaşım olduğu halde abimle çok iyi anlaşması mı; bilmiyorum. İyi anlaşmaları hoşuma gidiyor, buna karşın daha da iyi anlaşmalarını istemiyorum.

Doğru bir düşünce olmadığını kendi kendime söyleyip yüzümü düzeltmeye çalışırken abim birden bire sakinleşti. Kıskandığımı anlamış olmalı. Camdan dışarı bakıp hin hin gülümsüyor. Bu da ileride bu konuyu mutlaka konuşacağız demek.

Anladım ki abim yalnızca bana yetiyor; başkasıyla paylaşmak istemiyorum. Yola çıkalı bir saatten fazla oldu, sonunda Seferihisar’a ulaştık. Portakal, limon bahçelerinin arasındaki daracık yoldan da Sığacık… Burası bilmediğimiz bir yol değil. Sığacık, hoş bir yer. Pansiyonlar, yat limanı, minik minik neşeli marketler…

Sığacık’ ı da geçip solda kötü bir yola girdik. Birkaç kilometre, hiçbir araca rastlamadan yol aldık. Zeytinlikler arasında küçük bir körfez göründü. Arabamızı park edip yürümeye başladık. Sandık büyüklüğünde taşların üzerinden gidiyoruz.

Yürüdüğümüz yolun altında bir şehir var. Zeytinliklerin arasında aynı büyüklükte taşlar… Kimi eski bir binanın parçaları, kimi eski bir sütunun ayakları. Sütunlar yere düşmüş. Biraz daha ilerleyince kazı çalışması yapan insanlar gördük. Genç, yaşlı bir sürü insan çukurların içinde, sütunların arasında çalışıyorlar. Abim, anlatmaya başladı:

Şu anda neredeyiz, biliyor musunuz? Dünyanın ilk demokratik seçiminin yapıldığı yerde…  Demokritos adında bir filozof, midye kabuklarını bugünkü oy kâğıtları gibi kullandırıp yerel yöneticinin seçilmesini sağlamış.

– Bütün dünyada, ilk defa öyle mi, dedi Arzu.

– Evet… Demokrasi sözcüğü de Demokritos’un adından geliyor.

– Ama halk arasında yapılan bir seçim değil bu. Yönetici asil sınıf arasında yapılmış bir seçim; yine de ilk. Diye açıklama yaptı babam. Sonra devam etti: “Dünyanın bugünkü medeni hâli; İzmir’de şekillenmiş. Bu topraklarda iki bin yıl kadar önce çok şey yaşanmış.”

– Yalnızca burası değil. Ege’nin her yerinde uygarlıkların, düşünürlerin izi var. Sen bunu söyleyince aklıma ne geldi annem… “İlayda ve Odes dessea” biliyor musunuz çocuklar? Hani şu Truva Savaşı’nın da anlatıldığı, mitolojinin temel destanı, dedi abim.

– Ben biliyorum, dedi Arzu. “Dünyanın en önemli destanlarından biri olduğunu duymuştum.”

– Evet, öyle… Milattan Önce 800 gibi yazıldığı tahmin edilen bir destan… Homeros’un yazdığı ya da söylenegelen destanları ilk defa onun yazıya geçirdiği tahmin ediliyor. İşte o destan için şu cümleyi duymuştum: Homeros, Kadifekale sırtlarında bir ağaca yaslanıp İzmir Körfezi’ni izleyerek İlayda ve Odessea’yı yazdı.

– Ne güzel bir betimleme, dedi Aykut. Konuşa konuşa Teos Limanına ulaşmıştık; ama ortada gemi falan yoktu. Küçük bir körfezdi burası. Sahile doğru dönünce sol tarafta denizi kesen bir dağ… Sağ taraf, Ege Denizi’ne açılıyor. İki bin yıl önce, bu koşullar Teos’un güçlü bir liman olmasını sağlamış.

Şu an üzerinde bulunduğumuz topraklar üzerinde, denizde yüzlerce kilometre yol alan insanlar, toprağa basmanın rahatlığını yaşamışlar. Babam da abim de eski tarihle ilgili canlandırmaları çok iyi yapıyorlar. İri yarı denizcilerin arasında ailecek yürüyoruz sanki…

– Buralar, insanlığın ortak mirası. Az önce gördüğümüz kazı yapan bilim adamları, gençler bakarsınız öyle bir belgeye ulaşırlar ki bugüne kadar doğru bildiğimiz her şeyin yanlış olduğunu öğreniveririz. İzmir’in her karışı böyle ören yerleriyle dolu. Bergama, Foça, Dikili, Bayraklı… Hatta şehir içindeki Agora bile…

Dedi babam. Babamın niçin bizi Teos’a getirdiğini anlamıştım. Agora’yı, çevredeki beton yığınlarının arasında tarih olarak hissetmemiz imkânsızdı. Ancak Teos, bizi henüz betonların arasına sıkışmamış hâliyle binlerce yıl öncesine götürebilirdi.

Bir saat boyunca Teos’u gezdik. Taşların üzeri- ne işlenmiş yazılara baktık, şekilleri anlamaya çalıştık. Üzüm salkımları, zeytin dalları, defne ağaççığının yaprakları… Hepsi bugün de var, uluslar değişmiş; ama bugüne kalmış. Yediğimiz zeytin, taşın üzerinde işli gördüğümüz zeytinin torunu…

– İnsanın yaşadığı yeri tanıması önemli… Kimler varmış, nasıl yaşarlarmış; o günle bugün arasında ne gibi farklılıklar var? Biz de doğanın parçası değil miyiz? O hâlde bütünü de iyi tanımak, ona bir çocuk bağlılığıyla saygı göstermek gerek… Gezinin bitiş konuşmasını da babam yapmıştı.

Alsancak’ta, Konak’ta, Buca’ da yüzlerce yıl öncesinden gelen yapılara bundan sonra daha çok dikkat edecek, insanların içinde nasıl yaşadığını düşünmeye çalışacaktım. Aykut la Arzu da benimle aynı şeyleri düşünüyor olmalıydılar…

Aynı yoldan, artan bir neşeyle İzmir’e döndük. İki gündür, zaman makinesine girmiş gibiydik. Kavacık’la elli yıl öncesinin doğal kalmış İzmir’ini, Teos’ta da iki bin yıl öncesinin yok olup giden, içinde sırlar saklayan gizemli şehrini görmüştük.

Önce Arzu’yu yuvaya bırakmamız gerekiyordu. Yuvaya yaklaşırken yalnız bende değil arabadaki herkeste hüzün sessizliği başladı. İki gün bize neşesiyle, içtenliğiyle keyifli zamanlar yaşatan Arzu’muzu bırakmak hiç de hoşumuza gitmiyordu.

– Sen de evimizin kızısın, bunu sakın unutma, dedi annem. Arzu teşekkür etti.

– Yurdun önüne geldik. Annemle babam, arabadan indi. Arzu, Aykut’la bana döndü, ellerimizi tuttu:

– Sizi tanıyıncaya kadar, ailem yoktu. Eksikliklerini bile hissetmemiştim. Artık benim ailem sizsiniz. Sonsuza kadar…

Biz, Arzu’nun yurda gittiğini düşünüyorduk, ama onun gittiği yer kendi eviydi. Üstelik bizim evimizi az kişi olduğumuz için sıkıcı bulmuştu; o, daima neşeli olduğu ortama gidiyordu. Her şeye rağmen son sözleri. Üzülmemek mümkün mü?

– Ne kadar güzel bir çocukmuş, dedi annem. “Yurt hayatı onları büyütüyor sanki.” Yurttakiler Arzu gibi değil ki Serpil Teyze… Benim ilk tanıştığım çocuk hiç konuşmuyordu.

– Arzu, farklı, dedi babam. Devam etti: “Aklıma ne geliyor biliyor musunuz, aile ne kadar uğraşırsa uğraşsın çocuğun doğuştan getirdiği kendi kişiliği var. Baksanıza… Çocuk ailesi hakkında hiçbir şey bilmemesine karşın mükemmel bir ailede yetişmiş gibi.” Bizimkilerin arkadaşım hakkında böyle şeyler söylemeleri beni çok mutlu ediyordu. Aykut için de benzer şeyler söylerler hep. Aykut’u da çok severler.

– Bence mızmız bir kız işte, dedi abim. “Bütün kızlar nasıl mızmızsa Arzu da öyle.

– Bütün kızlar mızmız değil, hele Arzu hiç değil, dedi annem. Abimin sözlerini annem ciddiye aldı, ama sözlerin benim için söylendiğini biliyorum. Yanılmamışım:

– Ben Arzu’yla şakalaştıkça sizinki kıskandı da biraz, dedi abim.

– Nasıl? Kıskandı mı? Niçin?

– Evet, kıskandım anne! Güzel bir şey olmadığının farkındayım kıskandım işte. Abim, yalnızca benim abim olsun. Başka kimsenin abisi olmasın. Kimseyle şakalaşmasın. Bir çırpıda sıralayıverince herkes gülmeye başladı. Arkasından alaylar…

– Bakar mısınız? Beyefendinin konuğuyla ilgilenmek de suç. Abin niçin ilgilendi? Senin arkadaşın olduğu için, sen Arzu’ya değer verdiğin için… Yaşlanıncaya kadar abinin dizinin dibinden ayrılma bari.

– Şu kızdan da kıskanıyor ya Aykut, korkulur bu arkadaşından senin.

– Abin seni Aykut’tan kıskansa kızarsın. Abim, başlattığı karışıklığı kendisi sonlandırdı:

– Dokunmayın benim kardeşime! Tabii ki en çok onu seveceğim ben. Arzu’yu da seveceğim, ama en çok, en çok Doğaç’ımı seveceğim. Ne güzel özetledi. Tabii ki Arzu’yu da Aykut’u da sevsin. Ama kendi arkadaşı bile olsa kimseyi benden çok sevmesin.

– Aferin Deniz’im, dedi babam. Sonra parmağını şaklatıp devam etti: “Her zaman böyle bir araya gelemiyoruz. Aykut da var, ne güzel. İster misiniz akşam yemeğini dışında birlikte yiyelim?”

– Ah, ne güzel olur, dedi annem. “Eve dönüp yorgun yorgun yemek hazırlamaktan kurtuluruz.” Hatta iyi bir şey yapalım; Nevzat Bey’leri de arayalım. Uygunlarsa onlar da gelsinler. Ne dersiniz, nereye gidelim?

– Agora nasıl olur? Kapalı ortam, şu bahar gününde…

– Açık yer istiyorsanız aklıma İnciraltı geliyor.

– Tamam, iyi fikir… Babam, Nevzat amcaları aradı. Türkân teyze yemek hazırlıyormuş, babam ısrar edince tamam dediler. Babamın yeni iş anlaşmasını yaptığı gün gittiğimiz restoranda buluşmaya karar verdik. Yarım saat sonra İnciraltı’ndaydık. Nevzat amcaların gelmesine yarım saat kadar daha vardı.

Arabamızı park ettikten sonra, onlar gelinceye kadar kayıkçı barınağında yürümeye karar verdik. İnciraltı’ndan sıkılmak mümkün mü? Her köşesi bir âlem… Kayıkçı barınaklarının bulunduğu yere bayılıyorum. İnciraltı’nda her yer bakımlı, güzel. Ama kayıkçıların olduğu yer, bir sahil köyünün küçük limanı gibi dağınık hâliyle duruyor. Balıkçı barınağının babamla benim için de farklı bir değeri var.

Birlikte dışarı çıktığımız zaman içecek bir şeyler alır, barınağın kenarındaki kayalıklara oturur, Saatlerce konuşuruz. Yalnızca ikimiz. Barınaktaki teknelerin sahipleri, kıştan çıkmış teknelerini, yaza hazırlıyorlar. Çiviyle çekiç sesleri, dalgaların kayalardaki hafif sesi, dalgaların üzerinde sallanan kayıkların gıcırtıları birbirine karışıyor. Kayıklarda ekmek arası sardalye pişirip satıyorlar. Müşteriler kayalıklara ya da taburelere oturmuş sardalyelerini yiyorlar.

Biz de keyifle, konuşa konuşa yanlarından geçiyoruz. Yarım saat sonra restorandaydık. Babamın işsiz kaldığı gün, hüzünle oturmuştuk burada. Sonra da bize yeni işin haberini vermişlerdi. Aynı masayı seçtik. Nevzat amcalar da biz do, bu defa çok keyifli oturduk masaya. Önce aile, sonra dostlar mutluluğumuzu koyduk masaya. Ailenin, dostluğun tadını çıkarıncaya kadar sohbetler ettik.

Bebek MasallarıEğitici Masallar7 Yaş Masalları


Benzer İçerikler

Kusursuz Prens Masalı
Kusursuz Prens Hikayesi
Kaplan Masalı
Kaplan Hikayesi
Külkedisi
Külkedisi Hikayesi
Küçük Çırak Masalı
Küçük Çırak Hikayesi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Masal Oku | © 2023, Tüm hakları saklıdır.