
Anadolu’ya Yolculuk Masalı
Bahar geldi. Odamın penceresinden bakıyorum. AÄŸaçlar, çiçekler… İzmir’de kış karlarla, çamurlarla yaÅŸanmaz. Hiç kar görmedim ben. Yıllar, yıllar önce İzmir’e de kar yaÄŸmış. İnsanlar çok ÅŸaşırmışlar. Karadenizde yaÄŸmur, iç Anadoluda bozkırlar, GüneydoÄŸu Anadoluda kar. Akdenizde, Egede güneÅŸ.
Her yerin kendine ait iklimi bitki örtüsü olduÄŸuna göre kiÅŸileri de öyle mi acaba? YaÄŸmur, kar, güneÅŸ insanların davranışlarını etkiler mi? Öğretmenimiz anlatmıştı. İlk görev yaptığı, Anadolu’da bir yerde üç ay köyün yolu kapanırmış. Üç ay sonra gider, birikmiÅŸ maaÅŸlarını bankadan çekerlermiÅŸ. İnsan öyle bir köyde olsa nasıl bir kiÅŸiliÄŸe bürünür? Sabrı öğrenir herhâlde…
Karadeniz’de her mevsim yaÄŸmur yaÄŸarmış. DaÄŸlar kıyıya paralel olduÄŸundan bulutlar içeri geçemez, biriktirdiklerini yine Karadeniz’e boÅŸaltırlarmış. Toprak böyle böyle suyla beslendiÄŸinden her taraf yemyeÅŸil aÄŸaçlarla, bitkilerle dolu… YaÄŸmuru çok severim ben. Karadeniz’de olsam çok mutlu olurdum. Ya yaÄŸmuru, puslu havayı sevmeyenler? Onlar da mutlu mudur acaba?
Bölgelerin çoÄŸunu görmedim. Derste, evde konusu geçtiÄŸi zaman öyle merakla dinliyorum ki… Büyüyünce, gitmediÄŸim yer kalmayacak; buna çoktan karar verdim. Åžimdiden bir plan yaptım bile… Trakya’da ayçiçek tarlaları. Marmara’da İstanbulun ve Bursa’nın tarih kokulu sokakları; saraylar, camiler. Çanakkale’de savaşın geçtiÄŸi yerler. Akdeniz’de Antalya. İzmir’e benzermiÅŸ Antalya. Parklar, limanlar…
Adana’da baharat satılan çarşılar, Mersin’de portakal bahçeleri… İç Anadolu da tarihiyle muhteÅŸem. NevÅŸehir’de Kapadokya, Peri Bacaları. Konya hele. Orayı hatırlıyorum sanki. Dümdüz, kocaman bir ÅŸehir… Mevlana’nın memleketi Konya… GüneydoÄŸu’da Nemrut’u merak ediyorum. Dağın tepesinde taÅŸlardan koca koca heykeller yapmışlar.
Urfa’yı, Mardin’i adım adım gezsem bıkmam. DoÄŸu Anadolu’da Van Gölü, barajlar.. DoÄŸu Karadeniz’de çay tarlaları, yaylalar… Çabuk çabuk büyümem gerek.
– DoÄŸaç, telefon sana, dedi annem. Odamın penceresinden Türkiye’mi gezerken telefonun sesini bile duymamışım. KoÅŸarak telefona ulaÅŸtım, annem gülümseyerek ahizeyi uzattı.
– DoÄŸaç, ben Arzu…
– Aaa Arzu, nasılsın?
– Ben iyiyim, seni merak ettiÄŸim için aradım.
– Niçin merak ettin?
– Okul çıkışı Aykut’la seni bekledim. Onunla bir gün önce telefonda sözleÅŸmiÅŸtik. Sana söyleyecekti. Az önce evlerini aradım, kimse açmadı. Ben de seni aramayı düşündüm. İyi misiniz siz?
– Ah, Aykut!
– Ne oldu?
– Sana geleceÄŸini de, bana söylemeyi de unutmuÅŸ. Eve birlikte dönmüştük oysa. Çok üzüldüm. Sen neredesin? Geleyim mi?
– Çoktan yurda döndüm. KeÅŸke seni de arasaymışım. Aman, sorun unutmak olsun. Siz iyisiniz ya… Bir aksilik oldu diye korkmuÅŸtum.
Yuva ziyaretinden sonra Arzu ile okul çıkışında buluÅŸmuÅŸtuk. Yuvadaki sohbetimizden çok daha güzel bir sohbetti. Aykut’la birlikte ona mahallemizi gezdirdik. Sahile gittik, denizi seyrettik. Aykut’a bakar mısınız? Nasıl unutulur böyle bir çey? Arzu’dan defalarca af dilemek zorunda kaldım.
Her defasında Aykut’a bile kızmadığını, unutkanlık olabileceÄŸini söyleyip beni sakinleÅŸtirmeye çalıştı. Çok üzülmüştüm. Haftaya baÅŸka bir gün belirlemek üzere telefonu kapadık. Ah, Aykut! Gösteririm ben sana! Dua etsin, Arzu anlayışlı bir kız. Hemen Aykut’u aradım. Defalarca çaldırdım, sanırım uyuyakaldı. Sonunda uykulu bir sesle telefonu açtı.
– Aykut!
– Efendim DoÄŸaç, dedi uykulu bir sesle.
– Bütün gün uyumuÅŸsun zaten.
– Yoo, az önce uyudum.
– Yok, yok uyumuÅŸsun. Bugün okul çıkışı kime gidecektik?
– Eyvah! Arzu’ya gidecektik, dedi.
– Az önce beni aradı. Seni aramış, duymamışsın.
Çok ayıp oldu.
– Hem de nasıl! Nemen ara, özür dile. Haftaya bir gün ayarlayalım, dedim.
-Bugün de büfeden izinliydim. Haftaya bir kez daha izin almak zorunda kalacağım.
– Aykut, yakınmayı bırak; özür dile.
– Tamam, konuÅŸurum ÅŸimdi. Maniyle ÅŸiiri ne yaptın?
– Babam geldikten sonra herkese soracağım. Anneme olan biteni anlattım. Hiçbir buluÅŸmasına gecikmeyen annem için çok büyük bir sorundu tabii. Unutan Aykut’tu, ama yarım saat kadar annemin öğütlerini dinlemek zorunda kaldım. Bu yaÅŸta unutmak da neymiÅŸ? Karşıdaki insanı unutmak, onu önemsememek anlamına gelirmiÅŸ ve büyük nezaketsizlikmiÅŸ. Daha neler, neler..
Babam geldi de kurtuldum derken bir yarım saat de ondan… O, baÅŸka bir taraftan bakıyordu. Yuvadaki Çocuk, kin bilir ne planlar kurmuÅŸtur; onun planlarını darmadağın etmiÅŸiz. Bunu düşünmemiÅŸtim, bir kez daha üzüldüm. Arzu, yuvadaki bir çocuk gibi davranmıyordu ki babamın söylediklerini düşünebileyim. Aksine, bize göre daha kendine güvenli, daha neÅŸeli, daha konuÅŸkan…
Yuvadaki çocukları kendi dünyamıza göre değerlendiriyoruz. Bizim ailemizle birlikte olmamız doğal, onların yaşıtlarıyla birlikte kalıyor olmaları da onlara doğal geliyor. Kendi yaşıtlarımızla birlikte yaşama şansına sahip olamadığımız için onlar da bizim için üzülüyor olmasınlar? Herkes, yaşamı kendi bulunduğu yere göre değerlendiriyor; oysa çok farklı yaşamlar var.
Hiçbir maddi sıkıntısı olmayan bir çocuÄŸun simitten aldığı Isırıktaki mutluluk ile haftada bir simit yiyebilen bir ÇocuÄŸun ısırığındaki mutluluk aynı deÄŸil ki… Aykut, babam iÅŸten ayrıldığı gün sakin davrandığında ÅŸaşırmıştım; çünkü onun babasının sık yaÅŸadığı bir ÅŸeydi bu sorun. Abim geldi. Ona da anlattım tabii. Gülümsedi:
– Haftaya gönlünü alırsınız, sorun etme, dedi.
– Bu kadar m?
– Ne diyeyim, olup bitmiÅŸ, çaresi var mi?
Evet, herkes yaşamı bulunduğu yere göre değerlendiriyor. Annem ve babam için bu tür olaylar, beni yaşama hazırlama fırsatları. Beni yaşama hazırlamak gibi bir kaygıları var. Abimin öyle bir kaygısi yok, çünkü görevi değil. Ne kadar sakince yanıtladı.
Yetişkinlerin iyi niyetlerini anlıyorum, sanırım bizi her olayda yetiştirmeye çalışmalarının, yaşamı derse dönüştürdüğünün farkında değiller. Her olayda bir çıkarım yapmak zorunda mıyım? Ben hiç hata yapamaz mıyım? Hatamı kimse bana açıklamadan kendi kendime anlayamaz mıyım?
Yetişkinler, bildiğimiz her şeyi kendilerinin öğrettiklerini, yaşamda karşılaşabileceğimiz her şeyi söyleme ihtiyacı duyuyorlar. Dışarıda çok büyük bir dünya, çok uzun bir yaşam var. Onların dışında da bir şeyler öğreniyoruz, bunu anlamalılar.
Benim yerime düşünürseniz ben kendi başıma düşünmeyi ne zaman öğreneceÄŸim? Düşmek, kendi ellerimle kalkmak istiyorum. KeÅŸke bana kalkarken hangi duvara dayanırsam daha iyi olacağını söylemeseler… Yanlış duvara dayanıp bir daha düşsem, ama kendi başıma öğrensem… Birkaç dakika içinde düşündüğüm ÅŸeyleri annemle babama da söylemeliyim. deÄŸil mi?
– Unutmak, bilinçli yapılan bir ÅŸey deÄŸil; öyle deÄŸil mi?
– İnsan bilinçli unutmaz tabii… dedi babam.
– Unutan Aykut olduÄŸu hâlde beni eleÅŸtirdiniz.
Aynı hatayı benim yapmamı istemediÄŸiniz için. Abim geldi “Haftaya gönlünü alırsinız, sorun etme. da dedi. Bana ders vermeyi seçmedi.
– Sana ders vermeye çalışmamızın neresi yanlış, dedi annem sitemle.
– Amacınızı anlıyorum. Okulla ya da kendimle ilgili hangi konuda konuÅŸsak sizin neden sonuç açıklamalarınızla, önerilerinizle bitiyor.
– OÄŸlumuz büyümüş, cümlelere bakın, dedi babam. Gülümsedim. Bir dakika, lütfen ÅŸamataya almadan DoÄŸaç’ı dinleyelim, dedi abim, meraklı gözlerle bana bakarak..
– Sizi kırmak istemiyorum. Bazı ÅŸeyleri de kendi kendime öğrenmeme izin verin lütfen. BaÅŸkaları ne der diye düşünmeyin… diye ekledi abim.
– Yanlışlar yapabilirim, aptalca ÅŸeyler de olabilir bunlar. Kendi kendime düzeltmeme ya da düzeltemememe izin verin.
– Çünkü her zaman DoÄŸaç’ın yanında olamayacağız, dedi abim. “Kendi başına sorunlarını çözmeyi öğrenemezse bizim olmadığımız zamanlarda basit sorunlar karşısında bile ne yapması gerektiÄŸini bilemeyecek.”
– Aynı ÅŸeyler senin için de geçerli, dedi annem, abime.
Canım abim… Kendimi daha iyi anlatabilmemi saÄŸlamıştı. Bizimkilerin birbirlerine bakışlarından, bunları bizden duymaktan çok mutlu olduklarını anlıyordum. Babam, bu konuda annemle konuÅŸacaklarını, bizi anlamaya çalışacaklarını söyledi. “Hayır, Siz küçüksünüz, sizi korumak zorundayız.
Dışarıdaki dünya bizim evimiz gibi deÄŸil. Tabii ki sizi sık sık uyaracağız.” deselerdi ne deÄŸiÅŸirdi? Hiçbir ÅŸey… Kendimizi anlatamamanın sıkıntısını yaÅŸardık yalnızca. Babamın “Söylediklerinizi anlamaya çalışacağız.” sözleri çok ÅŸey deÄŸiÅŸtirdi.
Canım ailem… Canım abim…
– Üf, sıkıldım, dedi babam. “Bugün çok ciddisiniz, baÅŸka ÅŸeyler konuÅŸalım.” – KonuÅŸalım…
-Yarın cumartesi, baharın ilk cumartesisi…
– Piknik?
– Daha güzel bir ÅŸey…
– Paintball?
– Ondan keyif almayacak kadar büyüdünüz.
– Hadi baba…
– Diyorum ki yarın sabah atlayalım arabaya, Kavacık’a gidelim.
– Aman babaaa..
– Deniz, sen istemiyorsan gelme; ama gerçekten piÅŸman olursun. Hele bu mevsimde…
– Gelmeyeyim babam, yarın bateri çalışmak istiyorum.
– Sen bilirsin oÄŸlum. Abimin hiçbir yere çıkmama yaşı. Ne zaman birlikte bir yere gitmek istesek bıkkın bir sesle olumsuz yanıt verir. Ben o de yaÅŸa hala gelmemiÅŸ olmalıyım ki bizimkilerle bir yerlere gitmeye bayılıyorum.
– Yıllardır tam da bu mevsimde gitmeyi planlar, bir türlü gidemezdik. Baharda muhteÅŸemdir Kavacık, dedi annem.
– Yarın öğleye doÄŸru çıkalım o hâlde, sözleÅŸtik mi?
– Tamam, baba. Ama aklıma bir ÅŸey geldi. – Hayrola?
– Arzu’yu da götürebilir miyiz?
– Bilmem, annene soralım.
– Anne, ne olur tamam de…
– Götürmemizde bir sakınca yok, ama izin alabilir miyiz, bilmiyorum. Gülay’la konuÅŸmam gerek.
– Gülay teyze halleder bence.
– Aykut da gelsin o hâlde? O yarın da çalışıyor anne, büfeden izin alabilir mi acaba?
– Ben cepten Gülay’ı arayayım, sen de telefondan Aykut’u ara… Hadi iÅŸbaşına.
– Çok güzel olacak. Arzu için izin alabilirsek bugünü de affettirmiÅŸ olacağız. Hemen telefona koÅŸtum, Aykut’u aradım:
– Yarın büfede misin?
– Öyle, büfedeyim. Arzu mu gelecek yoksa?
-Hayır, baÅŸka bir plan, ama Arzu da gelebilir. Yarın Kavacık’a gidiyoruz. Bu mevsimde kaçırılmaması gereken bir gezinti… Yarın için büfeden izin alabilir misin?
– Çok zor… Bugün öğle sonu gitmedim zaten.
– Bir dene ÅŸansını, ne olur. İzin alabilirsek Arzu da gelecek.
– Tamam, sen kapat, büfeyi arayıp konuÅŸayım. Ama bizimkilerden de izin almam gerek. Ararım birazdan seni.
– Çabuk ol, bekliyorum, dedim. Telefonu kapattım, koridorda annemle karşılaÅŸtık.
– Ne oldu anne? – Gülay teyzeni aradım, Müdüre Hanım’ı arayacak. O, tamam derse, Arzu ile konuÅŸacak. Senden ne haber?
– Aykut da büfeyi arayacak, bekliyorum. MutfaÄŸa döndük. Kötü huylarımdan biri, acelecilik… Böyle durumlar hemen sonuçlansın isterim. Yerimde duramam. Birkaç dakika sonra hem ev telefonumuz hem de annemin cep telefonu çaldı.
Arayanlar, arananlar belli.
– DoÄŸaç, tamamdır. Büfe kalabalık olurmuÅŸ. ama yardım edecek çok kiÅŸi varmış. Bu hafta da dinleneceÄŸim, hatta pazar da,.. Haftaya hiç izin yok; yardımcı olacak kimse yokmuÅŸ, yalnızca ben kalıyormuÅŸum. Öyle anlaÅŸtık.
– Annenler ne dedi?
– Seninle ilgili hiçbir ÅŸeye hayır demiyorlar ki. İzin verdiler.
– Çok iyi.
– Arzu da geliyor mu?
– Annem, Gülay teyze ile konuÅŸuyor ÅŸimdi. Bekle, öğrenip geleyim. Telefonu açık bırakıp koÅŸtum. Annem, Gülay teyzeye baÅŸka bir olay anlatıyor. Önüne geçip “Ne oldu?” anlamında iÅŸaret yaptım. Gözleriyle ta- mam dedi. Tekrar telefona koÅŸtum.
– Tamam, geliyormuÅŸ.
– Çok sevindim.
– Bence hemen sevinme, yarın kendini nasıl affettireceÄŸini düşün.
– Sorma… Anneme yiyecek bir ÅŸeyler yaptırırım ÅŸimdi, affettiririm kendimi.
– Öğleye doÄŸru çıkıyoruz, gecikme, Annem de konuÅŸmasını bitirmiÅŸti. Müdüre Hanım Gülay teyzenin güvencesiyle kabul etmiÅŸ, Arzu hem cumartesi hem pazar bizimle birlikte olacakmış. Annemle dostluÄŸunu, yabancı olmadığını biliyor herhâlde.
Sonra Gülay teyze, yuvayı aramış. Arzu’ya gitmek isteyip istemediÄŸini sormuÅŸ. Arzu, rahatsız etmekten çekindiÄŸini söyleyince Gülay teyze, çok istediÄŸimizi söylemiÅŸ. Yarın da Arzu’yu yuvadan alacağız. Gülay teyze de sabah orada olacakmış zaten.
– İki gün çok iyi oldu, Aykut da iki günlük izin aldı, dedim. Hareketli bir hafta sonu bizi bekliyordu. Cumartesi için plan belliydi, ya pazar?
– Pazar günü ne yapacağız?
– Aklımda baÅŸka bir yer daha vardı, dedi babam.
“Teos,..”
– Teos da neresi baba, derken abim söze girdi.
– Teos’a gelirim bakın. Adını çok duyuyordum, merak ediyorum. Sonra bana döndü: “Sığacık’ı geçince… Bir antik kent…”
İzmir’de tarihi yerler o kadar çok ki. Hepsinih adını öğrenmek zor, dedim.
– Yarın yolda atıştırmak için bir ÅŸeyler hazırlayayım. İçeri geçmeyin, bana arkadaÅŸlık edin burada dedi annem. Mutfak muhabbetine bayılırız biz. Yeter ki sen bizi kovalama.
– Ne zaman kovaladım Zafer, aÅŸk olsun! Annem, hamurla uÄŸraÅŸmaya baÅŸladı. Biz de onu kızdırmaya çalışıyoruz. İşini yarılamıştı ki benim aklıma geldi:
– Mani ve ÅŸiir ödevim vardı, az daha söylemeyi unutuyordum. Önümüzde iki gün var daha, halledersin.
– Zaman alacak bir ödev deÄŸil. Size ihtiyacım var.
– Nasıl?
– Öğretmenimiz, kaynaklara bakmadan, ailede mani bilen varsa bir tane mani öğrenmemizi istedi.
– Kolay o, dedi annem.
– Nasıl kolay? Nasıl ezberleyeceÄŸim?
– oÄŸlum, mani dört dizelik bir ÅŸiir biçimi. Hiç zor deÄŸil. Sana hem mani söylerim hem de özelliklerinden söz ederim. Çok zevklidir, söyleyeyim baÅŸtan. Åžiir ödevi ne peki? Ailemizdeki herkesin sevdiÄŸi ÅŸiirleri öğreneceÄŸiz. Sonra onlara, o ÅŸiirlerin en sevdikleri bölümlerini sorup deftere yazacağız.
– Güzel ödevmiÅŸ. Bugün mahiyi hallederiz, yarın akÅŸam da siirleri.
– Mani hemen mi?
– Keten gömlek beden dar,
– Beni koyup giden yar,
– Sen bana kıymaz idin, Sana bir öğreten var.
– Gerçekten, hemen söyledin, deyip güldüm. “Annem, ne hoÅŸ bir ÅŸiirmiÅŸ bu.” – Annen iyi bilir oÄŸlum, deyip kahkaha attı babam.
– Sen babanın güldüğüne bakma oÄŸlum. Mani deyince, aklına yazıldığı yer geliyor; o yüzden bana takılıyor.
– Mani nerede yazılıyor ki?
“Gidene bak gidene,
Güller sarmış dikene,
Mevla sabırlar versin, Gizli sevda çekene.”
– Çok güzel anne, çok güzel! Üçüncü dizeyi de komik okudun.
– Çünkü üçüncü dizenin son sesi diÄŸerlerinden farklı… Maniye kendi müziÄŸini kazandıran da o dize, dedi abim.
– Sen de biliyor musun annemin anlattıklarını abi?
– Biliyorum tabii, geçen yıl öğrendik. Sen de öğreneceksin. manileri okuttuk. Yıllardır belleÄŸinde kalmış. Ne güzel ÅŸiirler bunlar… İçlerinden birkaç tanesini seçip defterime yazdım. Eminim, sınıfın en güzel manileri Anneme bir daha, bir daha diyerek bildiÄŸi tüm benimkiler olacak.
EÄŸlenceli bir gecenin sabahında kalkmak daha kolay… Erkenden kalktım. Çitır’la bir saat kadar oynadık. Sabahları oynamak istediÄŸinden çok uyutmuyor zaten. Çok seviyorum Çıtır’ı… Çok uyumlu bir kedi. Zaman geçtikçe anladım ki bütün kediler böyle olmazmış. ÇoÄŸu kendisini sevdirmezmiÅŸ bile. Bizimkini kucağına al, hamur gibi yoÄŸur.
Sevgisiyle, mırıltısıyla eÅŸlik eder. Saate baktım, dokuza geliyor. Kahvaltı yapacağız, Aykut gelecek, hazırlanacağız, Arzu’yu yuvadan alacağız. Bir sürü iÅŸ var. Herkesi kaldırmalıyım. Çıtır’la koridora fırladım. DoÄŸru abimin odasına… “Çıtır, hadi” der demez, Çıtır, zilin ayak pedalına zıpladı. Zilin üst kanadı havaya yükseldi, sonra gürültüyle aÅŸağıdaki eÅŸine çarptı. İnanılmaz bir ses. Kapı da açık olunca bütün eve yayıldı.
Çıtır’ın kendi kendine bulduÄŸu bir oyundu bu. Abimin kapısını açık bulduÄŸu an, oyun saatine de rast gelmiÅŸse bunu bir kez yapıyor. Abim, söylenerek kalktı. Koridorun sonunda annemle babamın sesi geldi. Benim uyanmaları İçin bilerek yaptırdığımı anlamışlardı. Suç ortağımla epeyce azar iÅŸittik, ama yarım saat sonra kahvaltı masasındaydık. Kahvaltının sonuna doÄŸru da Aykut geldi.
Keyif çayı denen çaylarını içti bizimkiler, sonra hazırlanıp yola çıktık. Niye son çay, keyif çayı oluyor? Daha önceki çaylar keyifsiz mi? Ah ÅŸu büyükler! Yarım saat sonra yuvadaydık. Annemle babam, bizi arabada bırakıp içeri girdiler. Yanlarında Arzu ile döndüler. Bizim tanıştırmamıza gerek kalmadan kendileri tanışmışlardı. Arzu, arabanın arkasına, Aykut’la benim yanıma uçar gibi atladı.
– Hesap verin bakalım!
– Önce merhaba desene…
-O nezaket telefondaydı DoÄŸaç, haftaya kadar üzülmeyin diye… Aykut’a döndü: “Nasıl unutursun. söyle bakalım!”

– Bak ÅŸimdi Arzu… Dinliyorum, anlat bakalım.
-Åžimdi şöyle oldu…
– Lafı geveleme, anlat. Unuttum, özür dilerim.
– Tamam, yeterince sıkıştırdım seni, bir daha olmasın, dedi ve güldü Arzu.
– Ne tatlı dilli kızsın sen! Azarlaman bile güzelmiÅŸ, dedi annem.
– TeÅŸekkür ederim, diyebildi Arzu, kızarmış bir yüzle.
– Merak etme kızım, ikisi de bizden yeterince azar iÅŸittiler, dedi babam.
– DoÄŸaç’ın suçu yoktu, Aykut unutmuÅŸ.
– Olsun, o da onun arkadaşı iÅŸte, dedi babam, güldük. Nereye gidiyoruz Zafer amca?
– Åžehrin dibindeki doÄŸal köye… Kavacık adında bir yer. Otobanın arkasına geçeceÄŸiz, sonra Kavacık yoluna gireceÄŸiz. Ben birkaç kez gittim, çok sevdim. Umarım siz de seversiniz. İlk gördüğümde, bu kadar yakında doÄŸal kalmayı baÅŸarabilmiÅŸ bir çevre beni ÅŸaşırtmıştı. Ormanlar, köy evleri, üzüm baÄŸları… Arka tarafta hiç susmuyorduk.
Nasıl tanışırsan öyle gidiyor demek ki. Herkes anlatacak ÅŸeylerini biriktirmiÅŸ, anlatıyor da anlatıyor. Aykut da ben de Arzu’nun enerjisine kaptırıyoruz kendimizi. Annemle babamın konuÅŸtuklarımıza güldüklerini görüyorum. Zaman zaman onlar da lafa giriyorlar. Arzu, tanışalı bir saat bile olmadı; onlarla da ÅŸakalaşıyor, güzel cümlelerle bizimkileri de ÅŸaşırtıyor.
Otobana ulaÅŸtık, toplu konutlara açılan bir çıkıştan çıktık. Toplu konutları solumuzda bırakıp tırmanmaya baÅŸladık. İki arabanın ancak geçeceÄŸi dar bir yol. Yolun kenarına inÅŸaat atıkları dökmüşler. Çok kötü. Biri onları oradan kaldırmazsa yıllarca kalırlar herhâlde. Her taraf yemyeÅŸil, atıkların döküldükleri yerler hariç. Yol ilerledikçe aÄŸaçlar yükseliyor, Karadeniz’de bir yolda ilerliyoruz sanki. BulunduÄŸumuz yer, İzmir’in uygarlığına on dakika uzaklıkta; fakat milyonlarca kiÅŸi özellikle korunmuÅŸ gibi buraya hiç adım atmamışlar sanki.
– Karşıdaki köyü görüyor musunuz çocuklar?
Sağda derin bir uçurum var. Kıvrılarak aşağı kadar iniyor. Uçurumun tepesinde tam ortada cami minaresi görünen bir köy var. Kuvvetli bir rüzgâr esse köyü havaya kaldırıp çukuru dolduruverecek. Yola devam ettik, birkaç dakika sonra köye ulaştık. Uzaktan göründüğü gibi değil, burada uçurumun tepesinde değiliz de normal bir yoldan ilerliyoruz sanki.
– Kavacık burası mı Zafer amca? Hayır, Aykut. Kavacık’a on beÅŸ kilometre kadar var. Burası küçük bir köy… Oyalanmadan devam edeceÄŸiz. – Åžu evlere bakar mısınız? Birbirinin üzerinde oturuyor gibi.
-Şu terasa bakını bütün vadiyi görüyor İnsanlar yok ama.
– Tarlalarında, bahçelerin delerdir. Yol boyunca görürüz. Köylülerin çalıştığı bahçeleri geçer geçmez orman baÅŸladı. AÄŸaçlar çok olduÄŸu için orman demedim, gerçekten bir ormanda ilerliyoruz. Kıvrılarak ilerleyen yolda sustuk, yolun kenarındaki aÄŸaçları izliyoruz.
Çam ağırlıklı, adını bilmediÄŸim birçok aÄŸaç türü var. Hepsi de çok yüksek. On metre, on beÅŸ metre boyunda koca koca aÄŸaçlar… YokuÅŸu tırmanıp yüksekteki düzlüğe ulaşınca babam, arabayı saÄŸda düz bir tepeye çekti.
– Orman kokusunu içinize çekin bakalım.
– Arabadan indik. Hepimizin aÄŸzından hayret, mutluluk sözcükleri dökülüyor. İnanabiliyor musunuz çocuklar, otobandan içeri gireli yarım saat olmadı henüz. Üç milyonluk ÅŸehir ÅŸu tepelerin arkasında, çok yakın; buralara ulaÅŸan, buraları kendisine benzeten olmamış. – Kimseye söylemeyelim Zafer amca burayı. Gelip mahvederler.
– KeÅŸke söylememekle kurtarabilsek oÄŸlum.. Burayı elbette çok insan biliyor. Niçin böyle kalmış biliyor musunuz? Henüz toprağın paraya dönüşmesi gerçekleÅŸmemiÅŸ burada. Bugün ÅŸuraya bir villa yapılsın; iki yıl içinde bu görüntü tümüyle ayak olur. İnsanlar para getireceÄŸini düşünmedikleri için buraya yatırım yapmıyorlar.
Yeter ki birisi villa yapsın… Bakın nasıl üşüşüyorlar. Babamı dinlerken manzarayı, ormanı izliyoruz. MuhteÅŸem bir görüntü… Her yerden baharın kokusu, sesi geliyor. Biz sustuÄŸumuzda bahar konuÅŸmaya baÅŸlıyor. KuÅŸları, böcekleri, aÄŸaçları, toprağıyla…
Çam ağaçlarının altı, onlarca yılda birikmiş, kurumuş çam dikenleriyle kaplı. Dikenlerin üzerinde kurumuş kozalaklar. Altında diken olmayan ağaçların çevrelerinde, ağaçları sarmalamış sarmaşıklar var. Orman kokusunu derin derin içime çekiyorum.
Burada, tam burada bir evimiz olsa… Okulumuza, iÅŸimize buradan gidip gelsek… Geceleri tek başımıza kalmak korkutmasa ne güzel olurdu. Arabamıza bindik tekrar. Her aÄŸaç, yol birbirinin aynısı gibi görünüyor. Buna karşın izlemeye doyamıyoruz, Arzu bile sustu, soluksuz izliyor çevreyi.
-Hemen hemen Balçova’nın arkasındayız, dedi annem.
– Balçova, bizim evden birkaç kilometre sonra, nasıl olur?
– Yaklaşık on dakika sonra Kavacık’tayız. Kavacık, çıkış yolunun ortası.
– Çıkış yolu neresi baba?
– Güzelbahçe…
Åžimdi anladım. Balçova, Narlıdere, Güzelbahçe boyunca daÄŸların, ormanların arasından gidiyoruz. Paralel bir yolda yani. Konak’tan Göztepe’ye gelirken karşıda görülen daÄŸların, ormanların içindeyiz.
– Aferin oÄŸlum, aynen öyle…
– Ben de anladım, dedi kendi kendine konuÅŸur gibi Aykut, hepimizi güldürdü. Kavacık sınırlarına girmiÅŸ olmalıydık. SaÄŸlı sollu uzayıp giden orman, yerini üzüm baÄŸlarına bıraktı. Alıştığımız gibi düz, düzenli baÄŸlar deÄŸildi bunlar. Üzüm asmaları, bayırlardan aÅŸağı doÄŸru uzanıyor. En altta kalan asmaların üzümlerini yukarı çıkarmak için makaralarla, telle düzenek kurulmuÅŸ.
Köylüler, bağlarda çalışıyor; arabamız yanlarından geçerken şöyle bir bakıp işlerine devam ediyorlar. Babam, birkaç kez gelmiş; neler olup bittiğini biliyor, anlatıyor: Bir kez de üzüm bağları bozulurken gelelim. Üzümlerin toplandığı zamana bağ bozumu deniyor. Köylüler bağların yanına gölgelik altında bir taraça kuruyorlar, üzümlerini satıyorlar. Zamanlamayı iyi yaparsak pekmezin kaynatılışını, hazırlanışını bile görebiliriz.
Kavacık’ta otuz yıldır, İtalya’dan getirilmiÅŸ bir üzüm türü üretiliyor. Siyah, büyük taneli, tadı çok farklı bir üzüm türü; bilirsiniz, İzmir’de de en çok sevilen üzüm. Biliyorum ben baba, senin aldığın üzümlerden biri. – Evet oÄŸlum. Talep çok olduÄŸu için çok kolay bulunmaz. Pekmez de öyle. Görür görmez alıyorum. Pekmezin yapılışını görebilseydik keÅŸke…
– Çocuklar için de ilginç bir deneyim olurdu.
– Nasıl yapılıyor ki anne?
Ayrıntılı bilmiyorum, ama pekmezin büyük kazanlarda saatlerce kaynatıldığını biliyorum. Köye ulaÅŸmıştık. Sola doÄŸru geniÅŸ bir sokaÄŸa girip köy meydanına ulaÅŸtık. Ortada yaÅŸlı bir aÄŸaç, aÄŸacın çevresinde iÅŸ yerleri var. Kahvehaneler, bakkallar… Karşıda bir tabela dikkatimi çekti: “Kavacık Turizmini GeliÅŸtirme DerneÄŸi”. DerneÄŸin tabelasını iÅŸaret edip gülümsedim:
– İyi ki çok iyi çalışan bir dernek deÄŸil.
– Niçin öyle dedin ki, diye sordu Arzu.
– Düşünsene… Yola çıktığımızdan beri büyük ÅŸehrin hemen yanında doÄŸal hâliyle kalmış bir çevrenin tadını çıkarıyoruz. Çak fazla gelip giden alsa bu doÄŸallık kalabilir miydi? Kahvelerden birinin önündeki masaya oturduk. Yan masada üç ihtiyar oturmuÅŸ. Gençler, baÄŸ iÅŸleriyle uÄŸraşıyor tabii. Meydanda da birkaç kiÅŸi var, o kadar. İhtiyarlar, oturmamızı beklediler; sonra seslendiler:
– HoÅŸ geldiniz, merhaba! Merhabalarına karşılık verdik. Babam, yan masanın duyamayacağı bir sesle:
– Güzelyalı’da, Karşıyaka’da bir kahvenin önüne böyle oturduÄŸumuzu düşünün. Yan masa merhaba der mi? Aklıma ne geliyor biliyor musunuz, doÄŸayı korudukça insani iliÅŸkilerimizi de koruyoruz DoÄŸayla birlikte sanırım biz de bozuluyoruz. Sonra ihtiyarlara döndü: “Baharın geliÅŸini çocuklar gören istedik. En güzel bahar Kavacık yolunda, Kavacık’ta.
– Üçü de sizin mi, diye sordu diÄŸeri. Annem, beni göstererek yanıtladı:
– Biri bizim, delikanlıyla genç kız da oÄŸlumun arkadaÅŸları.
– Allah bağışlasın, dedi soran amca. Birbirlerine dönüp sohbetlerine devam ettiler. Ayran içtik. Babam, ne içeceÄŸimizi bile sormadan, doÄŸrudan ayran söyledi çünkü. Saplı, metal bardakların içinde ayranlar geldi. Kutuda içtiÄŸimiz ayranlardan çok farklı. Köpüklü, Üst dudaklarımızda beyazlık bırakarak içtik, bir daha istedik.
-Herkes yoğurttan yapıyor ayranı, bu başka bir şeyden sanki, dedi annem.
– Serpil, bu ayranın içinde yoÄŸurttan baÅŸka bir sürü ÅŸey var. Çam aÄŸaçları var, kekik var, asma yaprakları var.
– Niçin beyaz, diye sordu Aykut. Arzu fırsatını yakalamış, affeder mi?
– Zafer amca, hem ortamın güzelliÄŸinden söz hem de hayvanların farklı yiyecekler yediÄŸini, bunun da ayrana farklı bir tat verdiÄŸini anlatmaya çalışıyor.
– Haa, anladım, dedi Aykut.
Aykut, öyle sorular soruyor ki bedeni bizimle, aklı baÅŸka yere gidip geldi diyorum. Çok yapıyor böyle, sonra da bizimle birlikte sorduÄŸu soruya gülüyor. Ayranlarımızı içip kalktık. İhtiyar amcalara iyi günler diledik. Güzel sözlerle bizi uÄŸurladılar. Bize BaÄŸ bozumunda da gelin çocuklar.” diye seslendiler. Gülümsedik, teÅŸekkür ederek ayrıldık. Kavacık’ın birkaç ara sokağını görmemizi istedi babam.
Çöplerde eÅŸelenen tavuklar, büyük kanatlı ve koca tokmaklı kapılar, kendi kendine akıp duran bir mahalle çeÅŸmesi, kapıların önünde uzun süre kullanılmadığı için paslanmış tarım gereçleri, bizi meraklı gözlerle izleyen çocuklar… Sonra anayola çıkıp Kavacık’ı arkamızda bıraktık. Kavacık’a kadar tırmanmıştık, ÅŸimdi Güzelbahçe ye kadar iniÅŸteydik. Yukarıdan aÅŸağı bakarken tepeciklerin üzerinde birikmiÅŸ bulutlan görebiliyorduk. Tepeciklerin üzerindeki vadilerin sisli görünümleri, toprağın nefes aldığı izlenimi veriyordu.
Burada her ÅŸey nefes alıyor olmalı. AÄŸaçlar, otlar, böcekler, gökyüzü… İzmir’de evimizin önündeki aÄŸaçlar çiçek fidanları kesik kesik soluyor olmalı. Buradakiler derin derin nefes alıyorlar, eminim. Babam direksiyonu birden saÄŸa kırdı, toprak bir yükseklikte durdu. Gözlerime inanamıyorum! İzmir, körfez, Karşıyaka, Konak hafif sisli bir görüntünün arasında tümüyle görülebiliyor. Koca koca gemiler, buradan araba büyüklüğünde görünüyor.
– Zafer amca, muhteÅŸem, dedi Arzu.
– Gerçekten muhteÅŸem bir görünüm kızım, dedi babam. Sonra durdu, sordu: “Peki, bu görünüme ne ad verilir?”
– Manzara…
– Manzara, ama asıl adı ne?
– Panorama denir çocuklar. Yukarıdan aÅŸağı derinleÅŸen, yoÄŸunlaÅŸan görüntüye denir. Eh, bunu da öğrenmiÅŸ oldunuz.
– Åžuraya bakın, dedi Aykut. Dönüp, hepimiz Aykut’un gösterdiÄŸi yere baktık.
– PoÅŸetler, cam ÅŸiÅŸeler…
– Gazete parçaları, meÅŸrubat kutuları…
– Åžunları bir poÅŸete doldurup aÅŸağı kadar indirmek çok mu zor acaba? Kahvedeki amcanın yerinde olsam “BaÄŸ bozumunda da gelin.” demem. Asla demem, diye kendi kendime söylendim. Buradan manzarayı izlemiÅŸler, yiyip içtiklerini de fırlatıp gitmiÅŸler.
– Acıkmışsınızdır çocuklar, dedi annem. Yiyip İçmek deyince annelerin aklına baÅŸka ne gelir?
– Çöplerin atıldığı yerin uzağında çimenlik bir aÄŸaç altı bulup oturduk. Annemin hazırladığı ekmek aralarını, sonra da Aykut’un Arzu için özel yaptırdığı özür kekini yedik. Evde olsam ÅŸunların yarısını yiyemem. Yola koyulduk. Kilometrelerce gittik, hiçbir köye rastlamıyoruz.
Yaylaların arasındaki tepeciklere kurulmuÅŸ birkaç orman evi gördük yalnızca. Kimler oturur, yalnız baÅŸlarına burada ne yaparlar? Kalabalığa küsmüş insanlardır herhâlde. Güzelbahçe’ye beÅŸ kilometre kaldığını söyleyen bir tabela gördük. Babam: Bundan sonrasını geldiÄŸimiz yolla karşılaÅŸtırın bakalım. Ne demek istedi? Yol ilerledikçe ne demek istediÄŸini anlamıştım.
YolculuÄŸumuzun başında babamın söylediÄŸi “Toprak henüz paraya çevirmemiÅŸler.” sözünü burada anlamıştım. Vadileri kuÅŸbakışı gören doÄŸal orman evlerinin yerini aynı ortamda villalar almıştı. Birkaç küçük köyün içinden geçtik.
Köy evlerinin birkaçının bahçesi kafeterya gibi düzenlenmiÅŸ. Evin bahçe duvarına da yazmışlar: “Köy kahvaltısı, gözleme, ayran”. Köyün içinde, aÅŸağıdaki vadiyi kuÅŸbakışı gören kafeterya evler… Hiç doÄŸal deÄŸildi bu. Güzelbahçe’den yola çıksak buralar ilginç, hoÅŸ gelebilirdi.
Ama çok doÄŸal olan diÄŸer yoldan gelince doÄŸanın bozulmaya baÅŸladığı, ortamın yapaylığı öyle açık görülüyordu ki… Annemin bir yere oturup temiz havada çay içme fikrine herkes karşı çıktı. Aklımızda da dilimizde de ayranın tadı kalsın istiyorduk.
Hiçbirimiz bu yapay ortamda oturmak istemedik. Güzelbahçe’ye tepeden hâkim bir yere ulaşıncaya kadar aynı görüntüler devam etti. Yerini büyükÅŸehrin keÅŸmekeÅŸine bıraktı. Bu tepeden de görmeye deÄŸer panorama vardı: Körfezin bitimindeki adalar, Urla buradan muhteÅŸem görünüyordu.
Güzelbahçe’ye inip her zamanki ÅŸehir içi yolundan evimize döndük. Turumuz yaklaşık dört saat sürmüştü. Çok keyifliydik, fakat herkeste, annemin oksijen yorgunluÄŸu dediÄŸi bir kırgınlık vardı. Annemle babam dinlenmek üzere birkaç saat odalarına çekildiler. Arzuyu abimle tanıştırdım. Onun da Aykut’un da baterisini denemesine izin verdi. En sonunda da benim… Konuklarım olduÄŸu için çok oyalanmadım, benim odama gittik.
– Çok güzel, ama sıkılmıyor musun burada?
– Niçin sıkılayım Arzu? Tek başına… Dışarıda da yalnızca abin var oynayabileceÄŸin. Garip geldi.
– Sen kalabalığa alışıksın tabii, ondan, dedi Aykut.
– YaÅŸam boyu yuvanın kalabalığında kalmayacaksın, alışsan iyi olur. Kaç yaşınıza kadar kalıyorsunuz.
– On sekiz yaşımıza kadar DoÄŸaç, İki yıl sonra baÅŸka bir yuvaya geçeceÄŸim arkadaÅŸlarımla. Çünkü bu yuvanın yaÅŸ sınırını doldurmuÅŸ oluyoruz.
– Ne güzel dolaÅŸtık deÄŸil mi Aykut?
– Gerçekten çok hoÅŸuma gitti. Annemlere anlatmak için sabırsızlanıyorum. Hatta bizim sınıfa da.
– Beni de davet etmeyi düşündüğün için teÅŸekkür ederim DoÄŸaç. Gerçekten çak güzel, çak farklıydı
– Böyle ÅŸeyler yaptığımızda hep üçümüz… ArkadaÅŸ deÄŸil miyiz? Arzu’yu Çıtır’la da tanıştırdım. Arzu, Çıtır’ı görür görmez bir çığlık attı: “Bu ne güzel ÅŸey böyle! Åžunun gözlerinin güzelliÄŸine bakın!”
Çıtır, Arzu’nun söylediklerini duymamış gibi, yanına gitti, onu kokladı. Evimize biri de gelse, bir ÅŸeyler de getirsek önce bunu yapıyor. Kokusuyla hafızasına mı alıyor; tehlikeli olup olmadığını mı kontrol ediyor, bilmiyorum.
KonuÄŸumuzdan emin olmuÅŸ ki kucağından hiç inmedi. Beni unutup onunla oynadı. Arzu’nun mutlu olduÄŸunu görmek hoÅŸuma gittiÄŸinden Çıtır’a hiç kırılmadım. Birkaç saat sonra akÅŸam olmuÅŸtu. Bugünlük yemek düzenimizi bozduk. Annemle babam, annemin Arzu için hazırladığı ev yemeklerini yediler. Biz, özel bir ÅŸey istedik: Çubuk tavuk. Çubuk tavuk partisinin sorumlusu babamdır.
Büyük bir tencereyi yağla doldurur. Babam o kadar çok tavuk kızartır ki işinin tümüyle bitmesi iki saat kadar sürer. Tavukları ince ve uzun keserek pişirir. Onun için adına çubuk tavuk dedik. Bir de taze sıkılmış meyve suyu. Bundan daha iyi bir yemek olabilir mi?
“Artık yeter!” deyince ye kadar çubuk tavuk yedik. Mutfak sohbetimizi de ihmal etmedik. Annemle babam da sevdikleri ÅŸiirleri okudular. Babamın sevdiÄŸi ÅŸiirden bir parça çok hoÅŸuma gitti: “Åžairim, ÅŸiirin hasını ayak seslerinden tanırım.
Ne zaman bir köy türküsü duysam Babam da şiirin tam bu bölümünü çok severmiş. En güzel şiirlerin, halkın duygularıyla dile gelen şiirler olduğunu söylüyormuş. Bedri Rahmi Eyüboğlu adında aynı zamanda ressam olan bir şair yazmış. Resimlerinde de köy yaşamını işlermiş.
Ne güzel bir akÅŸam oldu. Arzu, hiç yabancılık hissetmedi, bizim evin kızı gibiydi., KonuÅŸmalara eÅŸlik ediyor, zekâsıyla kendisini bizimkilere hayran bırakıyor. Aykut’un babası geldi, kapıda Arzu’yu onunla da tanıştırdık. Aykut sabah aynı saatte gelecek, Teos’a da birlikte gideceÄŸiz.
Uyku saati gelmiÅŸti. Arzu’ya benim odamı verdim, çünkü benim konuÄŸumdu. Çok mutlu oldu. Ben de bir gecelik abime konuk oldum. Aynı ekibe abimi de ekledik, arabaya bindik. Seferihisar’a, oradan da Sığacık’a ulaÅŸacağız. Teos, oraya çok yakınmış. Arka tarafta daha kalabalık, daha gürültülüyüz bu defa. küçüklere karşı alışılmadık bir sevgisi var. Bir bebek görsün, dolu dolu bir ÅŸefkatle sever. Oynar, konuÅŸur. Benim arkadaÅŸlarıma karşı da öyledir.
Bakışı, sözleri, davranışlarıyla tam bir abidir. Onunla hep gül Abim, inanılmaz sevgi doludur. Kendisinden duydum. Arzu da onun için sevilecek, ÅŸakalaÅŸacak, kızdırılacak bir arkadaşımdı. Yol boyunca Arzu’yla uÄŸraşıp durdu. Annemle babam “Yeter oÄŸlum, uÄŸraÅŸma kızla!” diye uyarıyorlar; ama Arzu öyle cin ki aslında abimin daha çok yardıma ihtiyacı var. Seferihisar a yaklaşırken kıskandığımı hissettim. Hangisini hangisinden, bilmiyorum.
Abimin benden çok baÅŸka birine yakınlaÅŸması mı, Arzu’nun benim arkadaşım olduÄŸu halde abimle çok iyi anlaÅŸması mı; bilmiyorum. İyi anlaÅŸmaları hoÅŸuma gidiyor, buna karşın daha da iyi anlaÅŸmalarını istemiyorum.
Doğru bir düşünce olmadığını kendi kendime söyleyip yüzümü düzeltmeye çalışırken abim birden bire sakinleşti. Kıskandığımı anlamış olmalı. Camdan dışarı bakıp hin hin gülümsüyor. Bu da ileride bu konuyu mutlaka konuşacağız demek.
Anladım ki abim yalnızca bana yetiyor; baÅŸkasıyla paylaÅŸmak istemiyorum. Yola çıkalı bir saatten fazla oldu, sonunda Seferihisar’a ulaÅŸtık. Portakal, limon bahçelerinin arasındaki daracık yoldan da Sığacık… Burası bilmediÄŸimiz bir yol deÄŸil. Sığacık, hoÅŸ bir yer. Pansiyonlar, yat limanı, minik minik neÅŸeli marketler…
Sığacık’ ı da geçip solda kötü bir yola girdik. Birkaç kilometre, hiçbir araca rastlamadan yol aldık. Zeytinlikler arasında küçük bir körfez göründü. Arabamızı park edip yürümeye baÅŸladık. Sandık büyüklüğünde taÅŸların üzerinden gidiyoruz.
Yürüdüğümüz yolun altında bir ÅŸehir var. Zeytinliklerin arasında aynı büyüklükte taÅŸlar… Kimi eski bir binanın parçaları, kimi eski bir sütunun ayakları. Sütunlar yere düşmüş. Biraz daha ilerleyince kazı çalışması yapan insanlar gördük. Genç, yaÅŸlı bir sürü insan çukurların içinde, sütunların arasında çalışıyorlar. Abim, anlatmaya baÅŸladı:
Åžu anda neredeyiz, biliyor musunuz? Dünyanın ilk demokratik seçiminin yapıldığı yerde… Demokritos adında bir filozof, midye kabuklarını bugünkü oy kâğıtları gibi kullandırıp yerel yöneticinin seçilmesini saÄŸlamış.
– Bütün dünyada, ilk defa öyle mi, dedi Arzu.
– Evet… Demokrasi sözcüğü de Demokritos’un adından geliyor.
– Ama halk arasında yapılan bir seçim deÄŸil bu. Yönetici asil sınıf arasında yapılmış bir seçim; yine de ilk. Diye açıklama yaptı babam. Sonra devam etti: “Dünyanın bugünkü medeni hâli; İzmir’de ÅŸekillenmiÅŸ. Bu topraklarda iki bin yıl kadar önce çok ÅŸey yaÅŸanmış.”
– Yalnızca burası deÄŸil. Ege’nin her yerinde uygarlıkların, düşünürlerin izi var. Sen bunu söyleyince aklıma ne geldi annem… “İlayda ve Odes dessea” biliyor musunuz çocuklar? Hani ÅŸu Truva Savaşı’nın da anlatıldığı, mitolojinin temel destanı, dedi abim.
– Ben biliyorum, dedi Arzu. “Dünyanın en önemli destanlarından biri olduÄŸunu duymuÅŸtum.”
– Evet, öyle… Milattan Önce 800 gibi yazıldığı tahmin edilen bir destan… Homeros’un yazdığı ya da söylenegelen destanları ilk defa onun yazıya geçirdiÄŸi tahmin ediliyor. İşte o destan için ÅŸu cümleyi duymuÅŸtum: Homeros, Kadifekale sırtlarında bir aÄŸaca yaslanıp İzmir Körfezi’ni izleyerek İlayda ve Odessea’yı yazdı.
– Ne güzel bir betimleme, dedi Aykut. KonuÅŸa konuÅŸa Teos Limanına ulaÅŸmıştık; ama ortada gemi falan yoktu. Küçük bir körfezdi burası. Sahile doÄŸru dönünce sol tarafta denizi kesen bir daÄŸ… SaÄŸ taraf, Ege Denizi’ne açılıyor. İki bin yıl önce, bu koÅŸullar Teos’un güçlü bir liman olmasını saÄŸlamış.
Åžu an üzerinde bulunduÄŸumuz topraklar üzerinde, denizde yüzlerce kilometre yol alan insanlar, topraÄŸa basmanın rahatlığını yaÅŸamışlar. Babam da abim de eski tarihle ilgili canlandırmaları çok iyi yapıyorlar. İri yarı denizcilerin arasında ailecek yürüyoruz sanki…
– Buralar, insanlığın ortak mirası. Az önce gördüğümüz kazı yapan bilim adamları, gençler bakarsınız öyle bir belgeye ulaşırlar ki bugüne kadar doÄŸru bildiÄŸimiz her ÅŸeyin yanlış olduÄŸunu öğreniveririz. İzmir’in her karışı böyle ören yerleriyle dolu. Bergama, Foça, Dikili, Bayraklı… Hatta ÅŸehir içindeki Agora bile…
Dedi babam. Babamın niçin bizi Teos’a getirdiÄŸini anlamıştım. Agora’yı, çevredeki beton yığınlarının arasında tarih olarak hissetmemiz imkânsızdı. Ancak Teos, bizi henüz betonların arasına sıkışmamış hâliyle binlerce yıl öncesine götürebilirdi.
Bir saat boyunca Teos’u gezdik. TaÅŸların üzeri- ne iÅŸlenmiÅŸ yazılara baktık, ÅŸekilleri anlamaya çalıştık. Üzüm salkımları, zeytin dalları, defne aÄŸaççığının yaprakları… Hepsi bugün de var, uluslar deÄŸiÅŸmiÅŸ; ama bugüne kalmış. YediÄŸimiz zeytin, taşın üzerinde iÅŸli gördüğümüz zeytinin torunu…
– İnsanın yaÅŸadığı yeri tanıması önemli… Kimler varmış, nasıl yaÅŸarlarmış; o günle bugün arasında ne gibi farklılıklar var? Biz de doÄŸanın parçası deÄŸil miyiz? O hâlde bütünü de iyi tanımak, ona bir çocuk baÄŸlılığıyla saygı göstermek gerek… Gezinin bitiÅŸ konuÅŸmasını da babam yapmıştı.
Alsancak’ta, Konak’ta, Buca’ da yüzlerce yıl öncesinden gelen yapılara bundan sonra daha çok dikkat edecek, insanların içinde nasıl yaÅŸadığını düşünmeye çalışacaktım. Aykut la Arzu da benimle aynı ÅŸeyleri düşünüyor olmalıydılar…
Aynı yoldan, artan bir neÅŸeyle İzmir’e döndük. İki gündür, zaman makinesine girmiÅŸ gibiydik. Kavacık’la elli yıl öncesinin doÄŸal kalmış İzmir’ini, Teos’ta da iki bin yıl öncesinin yok olup giden, içinde sırlar saklayan gizemli ÅŸehrini görmüştük.
Önce Arzu’yu yuvaya bırakmamız gerekiyordu. Yuvaya yaklaşırken yalnız bende deÄŸil arabadaki herkeste hüzün sessizliÄŸi baÅŸladı. İki gün bize neÅŸesiyle, içtenliÄŸiyle keyifli zamanlar yaÅŸatan Arzu’muzu bırakmak hiç de hoÅŸumuza gitmiyordu.
– Sen de evimizin kızısın, bunu sakın unutma, dedi annem. Arzu teÅŸekkür etti.
– Yurdun önüne geldik. Annemle babam, arabadan indi. Arzu, Aykut’la bana döndü, ellerimizi tuttu:
– Sizi tanıyıncaya kadar, ailem yoktu. Eksikliklerini bile hissetmemiÅŸtim. Artık benim ailem sizsiniz. Sonsuza kadar…
Biz, Arzu’nun yurda gittiÄŸini düşünüyorduk, ama onun gittiÄŸi yer kendi eviydi. Üstelik bizim evimizi az kiÅŸi olduÄŸumuz için sıkıcı bulmuÅŸtu; o, daima neÅŸeli olduÄŸu ortama gidiyordu. Her ÅŸeye raÄŸmen son sözleri. Üzülmemek mümkün mü?
– Ne kadar güzel bir çocukmuÅŸ, dedi annem. “Yurt hayatı onları büyütüyor sanki.” Yurttakiler Arzu gibi deÄŸil ki Serpil Teyze… Benim ilk tanıştığım çocuk hiç konuÅŸmuyordu.
– Arzu, farklı, dedi babam. Devam etti: “Aklıma ne geliyor biliyor musunuz, aile ne kadar uÄŸraşırsa uÄŸraÅŸsın çocuÄŸun doÄŸuÅŸtan getirdiÄŸi kendi kiÅŸiliÄŸi var. Baksanıza… Çocuk ailesi hakkında hiçbir ÅŸey bilmemesine karşın mükemmel bir ailede yetiÅŸmiÅŸ gibi.” Bizimkilerin arkadaşım hakkında böyle ÅŸeyler söylemeleri beni çok mutlu ediyordu. Aykut için de benzer ÅŸeyler söylerler hep. Aykut’u da çok severler.
– Bence mızmız bir kız iÅŸte, dedi abim. “Bütün kızlar nasıl mızmızsa Arzu da öyle.
– Bütün kızlar mızmız deÄŸil, hele Arzu hiç deÄŸil, dedi annem. Abimin sözlerini annem ciddiye aldı, ama sözlerin benim için söylendiÄŸini biliyorum. Yanılmamışım:
– Ben Arzu’yla ÅŸakalaÅŸtıkça sizinki kıskandı da biraz, dedi abim.
– Nasıl? Kıskandı mı? Niçin?
– Evet, kıskandım anne! Güzel bir ÅŸey olmadığının farkındayım kıskandım iÅŸte. Abim, yalnızca benim abim olsun. BaÅŸka kimsenin abisi olmasın. Kimseyle ÅŸakalaÅŸmasın. Bir çırpıda sıralayıverince herkes gülmeye baÅŸladı. Arkasından alaylar…
– Bakar mısınız? Beyefendinin konuÄŸuyla ilgilenmek de suç. Abin niçin ilgilendi? Senin arkadaşın olduÄŸu için, sen Arzu’ya deÄŸer verdiÄŸin için… YaÅŸlanıncaya kadar abinin dizinin dibinden ayrılma bari.
– Åžu kızdan da kıskanıyor ya Aykut, korkulur bu arkadaşından senin.
– Abin seni Aykut’tan kıskansa kızarsın. Abim, baÅŸlattığı karışıklığı kendisi sonlandırdı:
– Dokunmayın benim kardeÅŸime! Tabii ki en çok onu seveceÄŸim ben. Arzu’yu da seveceÄŸim, ama en çok, en çok DoÄŸaç’ımı seveceÄŸim. Ne güzel özetledi. Tabii ki Arzu’yu da Aykut’u da sevsin. Ama kendi arkadaşı bile olsa kimseyi benden çok sevmesin.
– Aferin Deniz’im, dedi babam. Sonra parmağını ÅŸaklatıp devam etti: “Her zaman böyle bir araya gelemiyoruz. Aykut da var, ne güzel. İster misiniz akÅŸam yemeÄŸini dışında birlikte yiyelim?”
– Ah, ne güzel olur, dedi annem. “Eve dönüp yorgun yorgun yemek hazırlamaktan kurtuluruz.” Hatta iyi bir ÅŸey yapalım; Nevzat Bey’leri de arayalım. Uygunlarsa onlar da gelsinler. Ne dersiniz, nereye gidelim?
– Agora nasıl olur? Kapalı ortam, ÅŸu bahar gününde…
– Açık yer istiyorsanız aklıma İnciraltı geliyor.
– Tamam, iyi fikir… Babam, Nevzat amcaları aradı. Türkân teyze yemek hazırlıyormuÅŸ, babam ısrar edince tamam dediler. Babamın yeni iÅŸ anlaÅŸmasını yaptığı gün gittiÄŸimiz restoranda buluÅŸmaya karar verdik. Yarım saat sonra İnciraltı’ndaydık. Nevzat amcaların gelmesine yarım saat kadar daha vardı.
Arabamızı park ettikten sonra, onlar gelinceye kadar kayıkçı barınağında yürümeye karar verdik. İnciraltı’ndan sıkılmak mümkün mü? Her köşesi bir âlem… Kayıkçı barınaklarının bulunduÄŸu yere bayılıyorum. İnciraltı’nda her yer bakımlı, güzel. Ama kayıkçıların olduÄŸu yer, bir sahil köyünün küçük limanı gibi dağınık hâliyle duruyor. Balıkçı barınağının babamla benim için de farklı bir deÄŸeri var.
Birlikte dışarı çıktığımız zaman içecek bir şeyler alır, barınağın kenarındaki kayalıklara oturur, Saatlerce konuşuruz. Yalnızca ikimiz. Barınaktaki teknelerin sahipleri, kıştan çıkmış teknelerini, yaza hazırlıyorlar. Çiviyle çekiç sesleri, dalgaların kayalardaki hafif sesi, dalgaların üzerinde sallanan kayıkların gıcırtıları birbirine karışıyor. Kayıklarda ekmek arası sardalye pişirip satıyorlar. Müşteriler kayalıklara ya da taburelere oturmuş sardalyelerini yiyorlar.
Biz de keyifle, konuşa konuşa yanlarından geçiyoruz. Yarım saat sonra restorandaydık. Babamın işsiz kaldığı gün, hüzünle oturmuştuk burada. Sonra da bize yeni işin haberini vermişlerdi. Aynı masayı seçtik. Nevzat amcalar da biz do, bu defa çok keyifli oturduk masaya. Önce aile, sonra dostlar mutluluğumuzu koyduk masaya. Ailenin, dostluğun tadını çıkarıncaya kadar sohbetler ettik.
Bebek Masalları – EÄŸitici Masallar – 7 YaÅŸ Masalları