Farklı Dünyalar Hikayesi

Farklı Dünyalar Hikayesi

Abone Ol google news
Farklı Dünyalar Hikayesi
Farklı Dünyalar Hikayesi

Herkesin Farklı Dünyası Masalı

– Depremde can kaybı yok, bu sevindirici. Peki, evlerinizde ne gibi zararlar var çocuklar?

– Banyoda, mutfakta fayans kalmadı öğretmenim, hepsi döküldü. Bizim sitede birkaç apartmanın duvarları çatlamış

– Büyükbabamın arabası bahçe duvarının altında kaldı.

– Apartmanımızın elektrik sistemi çöktü. Bütün gün onu tamir etmeye çalıştılar.

– Bizim de doğal gazda sorun çıktı, bütün gün  donduk.

Sınıfta herkes depremden bir şekilde etkilenmişti. Sanırım birkaç hafta etkisinden kurtulamayacağız.

– Peki, çok korktunuz mu?

– Ben ne olduğunu anlayamadım ki öğretmenim. Yatağımda öylece oturup kaldım.

– Çünkü ilk defa böyle bir şey yaşıyorsunuz Doğaç. Deprem olduğunu fark edebilmek zordur. Diğer doğal afetleri hissedersiniz. Fırtına, yangın, sel uzun zaman içinde gerçekleşir. “Geliyorum.” der. Ama deprem hiç haber vermez.

Bilim adamları yıllardır depremi önceden haber veren aygıtlar icat etmeye çalışıyorlar. Henüz başarabilen olmadı, umarım başarırlar. Öğretmenim, ben de depremi geç anladım; ama deprem sonrası huzursuzluk beni çok korkuttu, dedi Feyza.

 – Ben de yetişkinlerin telaşından, huzursuzluğundan korktum, dedi Duygu. Feyza da Duygu da sınıfta en düzenli, kurallı davranan arkadaşlarımız. Saatlerce süren belirsizlik, en çok onları etkilemiş olmalı. Öğretmenimiz, onlara gülümsedi:

– Biz, birkaç günlük telaşla atlatacağız kızlar, Daha büyük, yıkıcı depremlerde insanların yaşamı bir daha hiç eski durumuna gelmemek üzere bozuluyor. Sizinle doğal afetler konusunu konuştuk, deprem anının psikolojisini konuşsak da yararı olmazmış. İlla ki yaşamak gerekiyormuş. Bir de ne gerekiyormuş? Deprem tatbikatlarını birbirimize gülmeden ciddiye almak…

Görüyorsunuz, her an ihtiyaç duyabiliyoruz. Hatta hepimiz temel ilkyardım kurallarını öğrenmek zorundayız. Deprem, bana bunu da düşündürdü. Öğretmenimiz, konuşmayı uzatmadı. Hiçbirimiz bu konuda daha fazla konuşmak istemiyoruz. Derse geçtik. Sosyal bilgiler dersi; konumuz da sosyal kurumlar, sosyal örgütler… Öğretmenimiz, dersin konusunu tahtaya yazdıktan sonra sordu: Kurum ile örgüt arasındaki farkı söyleyebilir misiniz? Düşünün bakalım. 

– Aynı şey değil mi öğretmenim? İnsanların yararı için bir araya gelen topluluklar.

– Amaç açısından aynı, fakat işleyiş ve bağlı oldukları yer açısından aynı değil, Türk Dil Kurumu. Türk Tarih Kurumu, Türk Hava Kurumu… Kurum sözcüğünde, devletin etkili olduğu bir ifade var.

Oysa örgüt farklı, örgüt sözcüğünü daha çok dernek’ adıyla biliyoruz. Ortak bir amacı, bir işi gerçekleştirmek amacıyla bir araya gelmiş insanların oluşturduğu birliğe de örgüt deniyor. Meslek birlikleri, iş adamları dernekleri, tüketiciyi koruma dernekleri, sanatçıların haklarını korumak için oluşturdukları demekler, köy birlikleri gibi…

Utku “Çok mu saldırmıyorlar öğretmenlerim, kime karşı korunuyorlar?’ deyince hepimiz güldük. Öğretmenimiz de güldü, sonra devam etti: Amacın şaka yapmaktı, yerinde bir soru sordun. Meslek birliklerini düşünelim. Aynı işi yapanlar… Avukatlar, eczacılar, mimarlar, bakkallar.

Bunların her birinin kendi iş koluna göre sorunları var. Tabii ki kimse onlara sorun çıkarmaya çalışmıyor. Onlar, dışarıdaki insanların fark edemeyeceği mesleki sorunlara dikkat çekmeye, sorunlarını böylelikle çözmeye, yenilerde çok kullanılan bir ifadeyle “farkındalık yaratmaya çalışıyorlar. Peki, iş adamları dernekleri öğretmenim? İşçiler için sendikaya ihtiyaç var, iş adamları niçin dernek kuruyor? Onlar da işçiye daha az para vermek için herhalde, dedi Aykut.

Büfede çalışıyor ya, patronun dernek kurması hoşuna gitmedi, dedim. Kahkahalarla güldük. Öğretmenimiz devam etti: Belki o amaçları da var; ama asıl amaçları yeni işlere birlikte girmek, büyük işlerdeki yasal engelleri dile getirmek.

 – Köy birlikleri neyi amaçlıyor öğretmenim, diye sordu Deniz.

– Onlar da yasal sorunlara dikkat çekmeye çalışıyorlar öncelikle. Orman yasaları, arazi yasaları çıkıyor. Yasaları çıkaranlar köylü kadar sorunları bilemez. Sonra, ürünlerini iyi değerlendirmeleri gerek. Üzüleceğiniz bir şey söyleyeyim çocuklar; köylü bir yıl boyunca bir ürün için emek veriyor.

Onu köylüden alıp bize ulaştıran kabzımallar, ürünün derdini bir yıl çeken köylüden çok daha fazla kazanıyor. Gerçekten üzücü. Bir yıl çalış, başkası senin üzerinden çok daha fazla kazansın. Yazık köylülere…

– Kurumları sormadınız çocuklar? Onların koruyacağı bir şey yok diye düşündük, ondan herhâlde…

Aksine… Derneklerden çok daha önemliler. Meslekler, teknoloji, üretim değişir zamanla. Ama dil, tarih gibi kültürel kavramlarımızı korumak, tüm meslekleri korumaktan, tüketiciyi korumaktan çok daha önemli.

– Dili korumak, kandırılan bir müşteriyi korumaktan niçin önemli olsun, diye sordu Tufan. Bu, tümüyle başka bir dersin konusu… Geniş, son derece önemli… Ama biliyorsunuz, soru sorulduğu zaman yanıtlamanın en iyi öğretme biçimlerinden biri olduğuna inanırım. İlgi toplanmıştır çünkü. Bunu da sonraki derse bırakalım, zil çalmak üzere…

– Teneffüste, her zamanki gibi dersin konusunu şamataya dökmeyi başardık. Yeni yeni dernekler kuruyoruz. Arman’ın şakalarından korunma derneği, matematik dersi kaldırılsın derneği, ödev yapmayanları koruma derneği gibi garip dernek adları uydurup nasıl kuracağız, kimlere karşı savaşacağız gibi anlamsız konulara kafa yorduk. Ders başladı, öğretmenimiz devam etti:

– Yazım kurallarını doğru uygulayamayan biri, düşündüklerini karşısındakine nasıl doğru aktarabilir? İmkânsız… Doğru düşünmek için sözcüklerin doğru anlamlarını, doğru anlatabilmek için de temel yazım kurallarını iyi bilmek ve uygulamak gerek. Eğitimli insanlar, buna çok dikkat etmeliler. İşte Türk Dil Kurumu, dilin bu önemini vurgulamak için, dilin doğru  gelişmesini sağlamak için kurulmuş. Ne kadar önemliymiş, dedi Tufan.

– Tarih Kurumu da öyle Tufan, çok önemli… Bugün neler olup bittiğini doğru anlayabilmek için tarihi de çok iyi bilmek gerekiyor. Hatırlarsınız, bunları da konuşmuştuk. Devletimizin hangi koşullarda kurulduğunu öğrenmek, ülkemize gereken değeri vermemizi sağlamıyor mu?

Bu toprakların bize hediye edilmediğini, uğrunda pek çok insanın kendi yaşamından vazgeçtiğini, nice şehitlerin verildiğini, Tarih Kurumunda yapılan araştırmalar sayesinde öğreniyoruz. Böylelikle bu kurum, ülke olmanın ne demek olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Adını duyup geçtiğimiz, üzerinde düşünmediğimiz dernekler, kurumlar meğer ne kadar önemliymiş öğretmenim.

– Sizi ilgilendiren dernekler, kurumlar da var. Onların içinde yer alabilir, sosyal sorumluluk yüklenebilirsiniz çocuklar.

– Çevre dernekleri, dedi Burcu. Doğaya tutkulu  arkadaşımıza yakışırdı. Çocuk Esirgeme Kurumu!

Lösemili Çocuklar Derneği!

Arama Kurtarma Derneği! Deniz Temiz Derneği!

 İnsan Hakları Derneği! Ne kadar çok dernek varmış. Ben de Doda! Hayatı Koruma Derneği diyebildim. Nerede duydum. kimden duydum; hatırlamıyordum bile… Aferin çocuklar! Bu kadar çok dernek, kurum adı bilmeniz beni çok şaşırttı. Benim çocuklarıma yakışan da bu… Söylediklerinizin içinde yalnız Arama Kurtarma Derneği size uygun değil; siz, kurtarılacaklar sınıfındasınız. İçlerinde ilginize çok uygun olanlar var.

Farklı Dünyalar Masalı
Farklı Dünyalar Masalı

– Yaşasın, diye bağırdık. Bir gezi demekti bu.

– Hangileri öğretmenim? Çocuk Esirgeme Kurumuyla başlayalım… Sizin yaşınıza uygun, en güzel sosyal sorumluluk.. Kurumu ziyaret etmeye ne dersiniz?

– Yarın, yine konuşalım bunu. Neler yapabileceğimizi planlayalım. Ailelerinizle de konuşabilirsiniz. Herkesin yalnız kendisini düşündüğü bir dünya, çok bencil olurdu. Ülkenin, şehrin, mahallenin bir parçasıydık hepimiz. O hâlde üzerimize düşenleri yapmak için her zaman hazır olmalıydık.

Teneffüsten sonra derse gireli on dakika kadar olmuştu, kapı çaldı. Okulumuzdaki öğretmenlerimizden biriydi gelen. Öğretmenimizi dışarı çağırdı. Birkaç dakika sonra döndü öğretmenimiz. Dalgınlaştı. Cümlelerini birkaç kez tekrar ediyor, başa dönüyordu. Aynı örnekleri iki kez çözüyor “Tamam mi, tamam mi?” sorularını sık tekrar ediyordu. Hepimiz öğretmenimizdeki değişimin farkındaydık; ne olduğunu anlayamıyor, sormaya da cesaret edemiyorduk. Sonunda biri cesaret etti:

 -Öğretmenim, iyi misiniz?

 – İyiyim yavrum. Sizi de telaşlandırmak istemi- yorum, bir sorun var sanırım. Birazdan sonuçlanınca size de anlatırım. Derse devam ettik. Öğretmenimiz kendisini toparlayamadı. Onu neşelendirmek için şakalar yapıyoruz, çoğunu duymuyor bile. Verda’ya mı bir şey oldu acaba? Sonunda dere bitti, teneffüse çıktık. Ne olup bittiğini teneffüste öğrendik. İkinci sınıflardan bir öğrenci kaybolmuştu. Ad, İsmail. Çok hareketli, neredeyse her teneffüs gördüğümüz bir çocuktu. Bazen kantin sırasında sorun çıkarır, bazen bahçedeki oyunları bozar. Ele avuca sığmaz dedikleri çocuklardan…

İki üst sınıf olmamıza karşın ondan uzak dururduk. Okuldan kaçmış olması mümkün değildi, Okulun güvenlik görevlileri vardı.

Kaçmaya İsmail bile cesaret edemezdi, bunu deneyen birkaç öğrencinin hemen ailelerinin çağrıldığına, sonraki ilk törende de okul yönetiminin çok uzun azarlarına tanık olmuştuk. Haklılardı. Anne, babalarımız bizim güvende olduğumuzu düşünerek işlerine gidiyorlar, Okul yönetimi açısından çok büyük bir sorumluluktu bu. Kimi arkadaşımız, iyi özellikleriyle değil kötü özellikleriyle dikkat çekmeye çalışır. Nasıl bir amaçtır bu, anlayamam. İsmail’in de onlardan biri olabileceğini konuştuk arkadaşlarımla.

Hemen herkes, İsmail’in okulda bir yerlere saklandığını, kendisini arayanları saklandığı yerden gülerek izlediğini düşünüyordu. Öyle olmadı. Sonraki dersimiz İngilizceydi. Öğretmenimizden ayrıldığımız tek ders… Gülen Hanım, derse geldi. Bizimle büyük çocuklar gibi konuşan, sevgi dolu bir öğretmendi Gülen Hanım. Dersini iple çekerdik. Bugün, ancak sınıfa girdiğinde İngilizce dersinin olduğunu anladık. Okulun gündemine kapılmıştık çünkü.

Merhabadan sonraki ilk konumuz da okul gün demi oldu. Hepimiz İsmail’i merak ediyorduk, bu konuda da en doğru bilgiyi bir öğretmenden alabilirdik – Haberler iyi değil arkadaşlar. İsmail’i en son arka kapının önünde görmüşler. Güvenlik görevlisi yokmuş o anda. İsmail karşı kaldırımda park etmiş bir arabadaki iki yabancı adamla konuşuyormuş.

– Arabanın plakası bellimiymiş öğretmenim, dedim.

– Hayır, Doğaç. Görenler, İsmail’in ikinci sınıftan arkadaşları. Plakayı almayı düşünemezler ki…

– Güvenlik görevlisi neredeymiş, dedi Burcu. Her an orada bulunamaz ki… Bunun önemi de yok. Önemli olan sizin okul dışıma çıkmamak gerektiğini bilmeniz.

İki ders İngilizce bitti, son saat öğretmenimizleyiz. İngilizce dersi de matematik gibi geçti. Öğretmenimiz de biz de kendimizi tümüyle derse veremedik. Eminim bütün sınıfın aklında aynı şey: “Ya ben olsaydım?”

Teneffüslerde de sorun sürdü. İsmail’in ailesi geldi, aile perişan… Annesi sürekli ağlıyor. Polis geldi. Okul polisi, İsmail’e yabancı değil. Hareketli bir Çocuk olduğundan onu iyi tanıyorlar üstelik. Neler olup bittiğini öğrenmeye çalışıyoruz, en doğrusu- nu Afet Öğretmen’imiz bilir. Sonunda, Afet Öğretmen’imizle son derse girdik. Neler olup bittiğini öğrenmek istiyoruz. Öğretmenimiz, söze başladı:

– Sorun sonuçlanınca size anlatırım dedim, henüz sonuçlanmadı çocuklar. Haberiniz vardır. İsmail kayıp. Bugün sonuçlanabilecek gibi de görünmüyor.

– Neler oluyor öğretmenim? İsmail’in konuştuğu arabadakiler kimlermiş, dedi Berfu. Henüz kimse bilmiyor. Konuşmayı gören çocuklara yabancı adamları tarif ettirdiler, ama çocuklar ne kadar tarif edebilir?

 – Görevli de orada yokmuş, öğretmenim!

 – Evet, yoktu. Dışarıda bir işini halletmek için izin almış.

Siz orada mıydınız? Görevli yoktu, dediniz, dedi Feyza.

– – Evet, bugünkü nöbet yerim orasıydı.

Eyvah! Bu durumda öğretmenimizin de başı belaya girdi demektir. Nöbet yerinde çıkan sorun, öğretmenin başına büyük sıkıntılar açabilir. Annemin nöbetler konusundaki serzenişlerinden biliyorum. Öğretmenim, bu durumda siz. diye söze başlayacak oldum, öğretmenimiz cümlemin sonunu anlayıp beni susturdu. İsmail’in başına bir şeyler gelebileceğini düşünürken kendi sorununun konuşulması, öğretmenimizin sevmediği bir şey olur. Kendi kendisiyle konuşur gibi anlatmaya başladı: Hiçbir şey eskisi gibi değil ve ben bundan nefret ediyorum.

Herkes birbirini tanırdı, birbirinin  çocuğuna annelik, babalık ederdi. Kendisini bundan sorumlu hissederdi. Artık o dünya yok. Niye yok? Çünkü yaşam koşulları hepimizi, kendi içimize döndürdü. Ne çok şey değişti… Kendimizi sürekli korumak zorunda kalıyoruz. Kendimizi, çocuklarımızı, sevdiklerimizi… Sonra birden bize döndü:

-Neden korkuyorum, biliyor musunuz? Sizden saklamanın bir anlamı yok. Aksine, söylersem durumun ciddiyetini daha iyi anlar, kendinize dikkat edersiniz.

Ne olabilir ki! Kötü kalpli insanların çocukları kaçırıp dilencilik yaptırdığını duyarız, Daha kötü olabilir? Hayal edemiyorum.

– Çocukları çalan ve çaldığı çocukları, çocuk sahibi olamayan ailelere satan örgütler var, dedi öğretmenimiz. İnanamıyorum, dedi Gülsunar.

– Kötü şeyler yapmak için bir araya gelmiş insanlar… dedi öğretmenimiz. Devam etti: “Bu çocuğu bir örgütün kaçırmış olabileceğinden korkuyorum.” Çok kötü bir şey bu! Böyle bir şeyi ilk kez duyu yorum. Kaçırılan çocuk ne yapar orada? Üzerinde düşünmek bile istemiyorum. Korkumla nefretim birbirine karıştı. – Sen de olabilirdin onların hedefi…

Sen de sen de… diyerek parmaklarıyla birkaç arkadaşlı gösterdi öğretmenimiz. “Derste konuştuğumuz her uyarıyı lütfen ciddiye alın. Benim başıma gelmek diye düşünmek; büyük, en büyük hata. Gelebiliyor işte.

Yabancılarla konuşmayın, okul dışına habersiz çıkmayın; okul çıkışı yolda hiç kimseyle konuşmada size, işte bir an önce evinize ulaşın diyoruz ya size, işte hep İsmail’in öğretmeni uyarmamış mıdır? Benden daha titiz bir öğretmen, hem de defalarca uyardığına eminim. Büyüklerin uyarılarını dinlemelisiniz çocuklar. Söylediklerinin mutlaka, ama mutlaka haklı bir gerekçesi vardır.”

Afet Öğretmen, son derece evhamlı biriydi. Birinci sınıftan beri, neredeyse her gün, benzer konularda uyanırdı bizi. İsmail için çok üzüldüğünü görüyordum, ama bizim sınıftan biri kaybolmuş alsa eminim onu bu kadar sakin görmemiz mümkün olmazdı.

 Doğrudan kendisini suçlardı. Verda kaybolmuş gibi hissederdi. İyi öğretmenler, öğrencilerini kendi çocukları gibi görürlermiş. O sorumlulukla davranırlarmış. Ders işleyemedik. Hiç kimse şaka yapmaya cesaret bile edemedi. Öğretmenimiz, çocukluğundan beri başına gelen , “Bir şey olmaz.” bakışının neden olduğu olayları anlattı. Bizimle dertleşti. Ama gerçekten dertleşti.

Anladım ki biz onun için çocuk’ aşamasının bir üstündeyiz artık. Neler neler olmamış ki? Bir gezide, veli izin belgesini getirmediği hâlde öğrenciyi geziye götüren öğretmenin başına gelenler… Gerekli evrakları hazırlamaya üşenen, okuldan izin almadan öğrencilerini iki sokak ötedeki müzeye götüren öğretmenin başına gelenler… Çocuklarının çıkış saatini unutup onları ve öğretmenimizi saatlerce okulda bekleten anneler, babalar…

Davranış sıkıntısı için öğretmen, idare ya da rehberlik servisi tarafından defalarca okula çağrılıp gelmeyen; ama çok küçük bir sorunda “Benim Çocuğuma kimse böyle davranamaz!” diye okulu ayağa kaldıran anne, babalar… Dedi ki öğretmenimiz:

– Gerçekten pek çok kural akil dışı, bunu kabul ediyorum. Ama doğru kuralların hayat kurtardığını düşünerek o akıl dışı kurallara uymayı da kabul ediyorum. Çok iyi anladım. Zil çaldı. Anlaşılan çok etkilendiğimi fark etti ki öğretmenim yanıma gelip saçımı okşadı. Öğretmenimizin “Dikkat edin çocuklar!” sözü kulağımızda, evlere dağıldık.

Eve gelir gelmez olanları anneme anlattım. Anlatılanlardan gerçekten çok etkilenmiştim.

– Bir musibet, bin nasihatten yeğdir, dedi babam.

-O ne demek baba?

– Yani başımıza bazen kötü bir şey geldiğinde ondan ders alıyoruz demek. 

– Öyle söyleme Zafer, çocuğun anne babası ne hâldedir şimdi.

– Kolay değil, haktan. İnsan başına gelenleri kendisinden de bilmeli. Her şeye dikkat edenin de başına gelebilir böyle şeyler. Şunu düşünmek lazım, dikkat edenlerin mi daha çok başına aksilik gelir, dikkat etmeyenlerin mi? İsmail’in ailesinin dikkat edip etmediğini bilmiyoruz ki baba!

 -E, oğlum diyorsun ki İsmail ele avuca sığan bir çocuk değildi. Aile bunun farkında değil miydi? Böyle bir çocuğu daha çok kontrol altında tutmak gerekmez mi? Annenin hep şikâyet ettiği veliler bunlar işte. Büyük bir sorun oluncaya kadar okula uğramaz, sorun olunca da okuldan çıkmazlar.

Çocuk şimdi kim bilir ne durumda? neler konuşuyoruz, dedi annem. Siz öğretmenler, gereğinden fazla duygusalsınız. Böyle bir durumda çocuklarımızı uyarmayacağız da her zaman uyaracağız? Afet Hanım ne demiş saçma sapan kurallara bile iyi kuralların hatırına uymak zorundayız.

Hiçbir kural tanımayan, kendisini koruyamayan aileler de çocuklar da bu geceki acıyı yaşamak zorundalar. İnsan, çocuğuna yabancılarla konuşmamayı, her kötü olasılığı dikkate almayı sıkı sıkıya öğütlemez mi? Tabi ki aile zor durumda diye mutlu değilim. Sen öğretmen olarak bakıyorsun, her defasında kendini suçlamaya hazırsın.

 – Afet Öğretmen de kendisini suçluyordur şimdi. Nöbet yeri, ama her an orada olamaz ki Anlaşılan, çocuk yabancılarla teneffüsün yeni başladığı ya da yeni bittiği anda konuşmuş. Çocuğu kaçıranlar zamana dikkat etmiştir.

-Umarım tüm çocuklara ders olmakla kalır bu olay ve çocuğun başına bir şey gelmez, dedi babam. Babamın olayı sert değerlendirdiğini anlıyorum, ona kızamıyorum. Ah vah diyerek kaygılanmanın yanında niçin olduğunu da konuşmak gerek. Çok merak ediyorum acaba ne oldu?

Ertesi sabah, merakla okula gittim. Arkadaşlarıma İsmail’in bulunup bulunmadığını sordum, kimse ne olduğunu bilmiyor. Öğretmenimiz sınıfa geldi:

– Günaydın çocuklar… dedi gülümseyerek. Demek ki güzel haberler var. “Az önce okul idaresine haber geldi. İsmail bulunmuş.”

– Yaşasın! İyi miymiş öğretmenim? İyiymiş. Ama bunca olan bitenden sonra moralinin nasıl olduğunu tahmin edebiliyorum. – Nasıl bulunmuş öğretmenim, neredeymiş?  Arkadaşlarının gördüğü doğruymuş çocuklar. Ne yazık ki benim korkum da doğruymuş.

Konuştuğu yabancılar; çocukları kaçırıp çocukları olmayan ailelere satan, güzel insanların aklının almayacağı işi yapan, kötü adamlarmış. İsmail’i satamamışlar ya ondan geri bırakmışlardır. Kim ister ki o haylazı, dedi Burcu. Yıllarca çocuk özlemi duyan aileler, İsmail’i bile kabullenirlerdi kızım.

– Nasıl bulmuşlar öğretmenim, ne olmuş?

Çocuklar, izin vermiyorsunuz ki anlatayım. O yabancı adamların, yasa dışı işler yaptıkları için zaten polis peşindeymiş. Şehir dışından gelmişler. İsmail’in kaçınılma alayı olunca, polisler önce o adamları aramışlar. Adamları bulduklarında da İsmail’e ulaşmışlar. Film gibi, dedi Canan.

– İsmail de başrolü oynadı, dedim. Güldük.

– İsmail, şanslıymış çocuklar, dedi öğretmenimiz. “Unutmayın, her zaman şans gülmeyebilir!” Çok doğru. Polis, o adamları takip ediyor olmasa İsmail’i bulmak imkânsızdı. Başına neler gelebileceğini düşünmek bile istemiyorum. Bu olay tüm okula ders oldu. Babamın dediği gibi “Bir musibet. bin nasihatten iyidir.” Dersimize döndük.

Öğretmenimiz, eski hâlindeydi artık. Hem okul hem öğretmenimiz, olayla ilgili bir soruşturma geçirecek mi acaba? Sanırım geçirecek. Olsun, olay mutlu sonla bitti ya. Öğretmenimiz de başka şeyi umursamaz zaten.

Dün olaylar başlamadan önce bir şey konuşuyorduk hatırlıyor musunuz, dedi öğretmenimiz.

 – Çocuk Esirgeme Kurumuna gidecektik öğretmenim.

 – Ailelerinizden fikir aldınız mı? Anlaşılan, dün her evin konusu İsmail’miş. Bir kişi bile kurum ziyaretini ailesiyle konuşmamış. Yoksa öğretmenimiz bizden böyle bir şey isteyecek, biz de unutacağız. İmkânsız…

 – Tamam, dün aklımız başka yerdeydi. Sorun yok. Ben aklımdakileri söyleyeyim o hâlde. Canım öğretmenim! Her koşulu anlar, değerlendirir. Azar gerektiren bir sorunu onun anlayışlı olması sayesinde atlattık.

– Çocuk Esirgeme Kurumu hakkında bilgisi olan var mı, diye sordu öğretmenimiz.

– Ailesi olmayan çocukların bakımını üstleniyorlar.

 Ev gibi bir ortamdır herhâlde.

– Bir sürü çocuk, hep eğlence…

Ev gibi değildir bence…

Devlet yardım ediyor

– Yalnız devlet değil, insanlar da yardım ediyor. Anlaşıldı ki Çocuk Esirgeme Kurumu hakkında doğru dürüst bilgisi olan yok. Bizim gibi çocuklar var, aileleri yok, bir arada kalıyorlar; ama biz bu konuda hiçbir şey bilmiyoruz, Ne kötü!

Farklı Dünyalar
Farklı Dünyalar

– Biraz bir şeyler biliyorsunuz. En iyisi ben anlatayım, sonra neler yapabileceğimizi konuşalım. Hepimiz kulak kesildik. Herkes benim düşündüğümü düşünmüş olmalı, zor durumda olan yaşıtlarımızın kaldığı yerle ilgili hiçbir bilgimiz yok. Sustuk, öğretmenimizi dinlemeye başladık: – Bu kurumun tam adı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu… Yalnızca çocukları ilgilendirmiyor. Bakıma muhtaç yaşlılar, engelliler bu kurumun koruması altında. Biz, sizin yaş grubunuzla ilgili olan bölüme, Çocuk Esirgeme Kurumunda ziyarete gideceğiz.

– Yaşlılar için neden? Çocukları mi yok, diye sordu Feyza.

– Bazılarının çocukları yok, bazıları da çocuklarına yük olmamak için yaşlı evlerinde yaşıtlarıyla

– Niçin çocuklarına yük olsunlar ki? birlikte yaşamayı tercih ediyorlar.

Niçin çocuklarına yük olsunlar ki?

Büyükler de küçükler de zamanla değişiyor.

– İnsanlar bazen yaşları ilerledikçe anlaşılması zor hâle gelebiliyorlar. Çocuklar, büyüdüklerinde kendi evlerini kuruyorlar, çok değişen anne babalarını yanlarında istemeyebiliyorlar. Bunların dışında, çocuklarının kendi hayatlarını özgürce kurmalarını isteyen yaşlılar da yaşlı evlerini tercih edebiliyor. Fakat ne olursa olsun bir yaşlının yeri çocuklarının ve torunlarının yanıdır. Anne babalara “Öf” bile dememeliyiz.

– Öğretmenim, kendi çocuklarıyla anlaşama- yan yaşlılar, yaşlı evinde kendileriyle ilgilenen görevlilerle nasıl anlaşsınlar ki, dedim.

– Yaşlı evindeki, çocuk evindeki görevliler, nasıl davranmaları gerektiğini bilen uzman insanlar Doğaç. Aslında, kendi ailelerinden daha çok yardımcı oluyorlar onlara.

– Kendi aileleri dediğinize göre çocuk evlerindeki çocukların hepsi anne babasız değil, öyle mi?

– Tabii ki değil Doğaç. Ailesini kaybeden çocukların dışında, ayrılmış eşlerin çocukları, ailesinden kötü davranış görenler de devletin gözetiminde bu yurtlara alınıyor. Bir çocuk ailesinden nasıl kötü davranış görür, öğretmenim?

Şunu unutmayın çocuklar. Dünyada, bizim yaşadığımız ortamdan çok farklı ortamlar da var. Güzel yüreklerinizle, sizin evinizde her şeyin yolunda olduğu gibi her yerde yolunda olduğunu düşürüyorsunuz. Ne yazık ki öyle değil. Ben bu geziyi, daha doğrusu ziyareti merak etmeye başladım öğretmenim, dedi Berfu. Şimdilik açıklamalar yeter. Gerisini kendiniz görmelisiniz. Veli izin belgelerinizi hazırladım, gezi planımız da tamam.

Çocuklar, hafta sonu olduğu için yarın evlerinde, yani yuvadalar. Bugün ailelerinizle konuşun, onlara elimiz boş gitmeyelim. Hiçbir hediyeyi birebir vermeyeceğiz; yönetime teslim edeceğiz. Nelerin uygun olduğunu aileleriniz bilir.

Ailelerinizi  zorlamayın dememe gerek var mı? Bir de izin belgesini getiremeyeni geziye götüremeyeceğimi söylememe? İkisine de gerek yak. Bu gezi, öğretmenimizle birlikte ilk gezimiz değil. Neler yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini çoktan öğrendik. Öğretmenimiz, her birimize izin belgelerini dağıttı.

Okul çıkışında Aykut’la beraber yürüyoruz. Aykut’un neler düşündüğünü tahmin edebiliyorum.

– Neler götürebiliriz Doğaç – Bir şeyler düşündüm. Abartmamamız gerek, öğretmenimiz abartmaktan hoşlanmaz. Neler düşündün? Kazak götürmeyi düşünüyorum ben. Annem de yiyecek bir şeyler hazırlar herhâlde. Arkadaşlardan da eldiven, bez bebek, defter, kalem gibi  şeyler getirenler olur.

– Uf, sıkıntı… Yardım sıkıntıya neden olacaksa yardım olmaktan çıkar zaten. Sana sorun olacağını düşünüyorsan kendi harçlığınla alabileceğin şeyler düşün. Bana sorarsan evde bir şeyler yeni yeni yoluna girmişken hiç uğraştırma sizinkileri.

-Haklısın, canım arkadaşım. Elini omzuma attı, yürümeye başladık. Hoşuma gitti mi? Hayır. Aykut benden uzun, elini omzuma atınca onun küçük kardeşi gibi görünüyorum. Annem, birkaç yıl içinde Aykut’un boyuna ulaşacağımı, hatta onu geçebileceğimi söylüyor. Tamam bakalım şimdi komşumu Aykut, boyum seninkini geçince bunların intikamını alırım senden. Düşündüklerimi Aykut’a da söyledim. Önce, her zamanki gibi başını arkasına atıp kahkaha attı, sonra daha sıkı sarıldı bana. Mahalleye kadar öyle yürüdük, evlerimize gitmek üzere ayrıldık.

Eve girer girmez, anneme yuva ziyaretimizi anlattım. Telaşlandı. Neler alabiliriz, neler yapabiliriz diye kaygılanırken bana dün söylemeyi unuttuğum için kızmayı da ihmal etmedi. Alışveriş için uygun bir zaman değildi çünkü. Hep kaygılanır, her seferinde de en iyi biçimde çözer. Hemen plan yaptı.

– Afet Hanım, abartmayın demiş. Aklımdan çok şey geçiyor, ama orta yolu bulmak gerek. Neler yapabiliriz? Kazak, iyi fikir. Dışarıdan alacağımız tek şey kazak olsun. Babanı ararım, işten çıkınca bir mağazaya uğrar, halleder. Ben de hemen börek yapmaya başlayayım. Akşam yemeğimizi de baban halleder. Dün söylesem ne değişecekti sanki?

Annem yine böyle güzel bir planla her şeyi hallederdi. Yine de onu anlıyorum. Annem son haberlerden hiç hoşlanmaz, babam da sık sık eve son haberlerle gelir. Eve geldikten sonra iş arkadaşlarının aileleriyle birazdan bizde olacaklarını hatırlaması o kadar çok olmuştur ki… Her defasında bir daha unutmayacağını söyler yine unutur, diyalog tekrarlanır:

– Zafer, ben de seviyorum konukları. Hiç itirazım yok. Ama niçin erkekler bu konuda çok duyarlar? Konuk gelince hazırlıksız olmak, onları umursamamak gibi anlaşılır. Evi toparlamam gerek. Ben de yardım ederim. Yardım etmezsin demiyorum. Ediyorsun da… Ama güzel olmuyor böyle. – Tamam, söz. Bir daha söz Serpil! Bu, kaçıncı söz, deyip güler annem. Babam da konuklar gelinceye kadar onun etrafında dört döner, annem hangi işi yapmasını istese, emir kabul ederek yapar.

Kaç kez yaşadık bunu, hatırlamıyorum. Annem, önce babama telefon etti. Sonra da bir liste hazırlayıp elime tutuşturdu:

– Hadi bakalım, fırla markete.. Bir saat sonra, börekler hazırdı. Mis gibi de korkuyorlar. Hepsi, çeşitlerine göre paketlere yerleştirildi, hazırlandı. Babam da elinde iki güzel paketle geldi. Birbirinden güzel bir kazakla bir hırka… İkisine de bayıldım.

– İmkânsız olmaz! Afet Hanım’dan laf işitiriz, dedi annem. Niye laf işitelim, çocuklara hep ihtiyaç…

– Sınıftaki diğer çocukların getireceği hediyelere göre abartılı değil mi?

 -Öyle ama. Bir! Doğaç’a kalsın o halde? İkisi de büyük bunların, Doğaç’a olmaz; Deniz’e de küçük gelir.

– Ben hallederim anne, sorun yok.

 – Nasıl halledeceksin?

– Siz, ayrı ayı paketlere koyun, ben halledeceğim.

– Peki, sen nasıl istersen…

– Nasıl halledeceğimi sormadılar. Ne yapacağımı bildiklerini zannettiler. Annem çok yorulmuştu. Akşam yemeğini hazırlama işi babamla abime kaldı. Çok da iyi oldu. Baba yemekleri çocuklara daha uygun oluyor. Kantin yemeği gibi… Aykut’u aradım, paketleri taşıması için yardıma ihtiyacım olduğunu söyledim. Erkenden gelecek, Çitırla ilgilenme işini abime bırakıp odama gittim, uyudum. Sabah dinç olmam gerekiyor.

Sabah, yatağımın üzerine bir ağırlık düştü. Telaşla kalktım, yatağa oturdum. Aykut, Çitırı yatağımın üzerine atmış, yine kahkaha atıyor.

– Kalk artık, kalk! Geç kalacağız, öğretmen götürmeyecek bizi!

-Aykuuut, diye mırıldandım.

– Aç gözlerini! Kahvaltıya gel dedin, geldik. Konuk böyle mi karşılanır?

– Tamam, tamam… Annem uyanmış, kahvaltıyı hazırlamış, Aykut’u karşılamış. Kahvaltımızı yaptık, daha zaman var.

– Aykut, sen bir şey götürecek misin, dedi annem.

– Götüreceğim Serpil Teyze. Güzel bir eldiven aldım, bir de atkı…

– Aferin, iyi düşünmüşsün.

– Annemi yormayayım diye düşündüm, biliyorsunuz işe yeni başladı. Akıllı oğlum, deyip annem Aykut’un yanağını  sıktı. Oh, aklı biz verelim; yanak makasını Aykut alsın!

– Aykut, bizde sorun var.

Ne sorunu, ne oldu ki?

– Akşam, babamdan bir şeyler almasını istemiştik. Babam, abartmış. Güzel bir kazak ile bir hırka almış.

– Afet Öğretmen, kızar.

– Bence de… Senin bana yardım etmen gerekiyor. Ne yapabilirim ki?

 Biz seninle arkadaş değil miyiz?

 -Arkadaşız tabii..

-O zaman bana yardım et.

– Söyle ne yapayım? – Hırkaya bayıldım, el koyayım diyorum; ama bana büyük.

– Eee?

– Hırkayı en sevdiğim arkadaşımın üzerinde görürsem mutlu olurum. Annem, Aykut’tan hırkayı yuvaya götürmesini isteyeceğimi zannetmişti, şaşırdı. Aykut da şaşırdı. Sözleri öyle uygun biçimde söyledim ki Aykut’un reddetmesi olanaksız.

Farklı Dünyalar
Farklı Dünyalar

Serpil Teyze, beni geçeceğini söylüyormuş ya, o zaman giyersin, deyip bir kahkaha daha attı, Aykut, böyle şakalar yapabilecek kadar evimizdendi, hep birlikte güldük. Yanıtı, Aykut’un hediyeyi kabul ettiğini gösteriyordu. Hemen koşup hırkayı getirdim. Paketi gülümseyerek yavaş yavaş açtı. Hırka çok hoşuna gitmişti, çok sevindim.

 – Teşekkür ederim. Çok beğendim, ama seni kurtarmak için kabul ediyorum, dedi, yerinden kalkıp bana sarıldı. Annemle göz göze geldik.

Annemde o güne kadar hiç görmediğim kadar güzel bir bakış.. En yakın arkadaşına hediye vermek, beğendiğini görmek ne kadar mutluluk verici… Aykut, hırkayı giydi. Montunu bizde bıraktı. Oğlum, üşürsün. dedi annem. – Üşümem. Servisle gidip servisle döneceğiz. Okula kadar da arkadaşım için birazcık üşüyeyim. Doğaç’la döner, montumu alırım. Ellerimizde poşetler, evden çıktık. Birden aklıma geldi:

– İzin belgesini almayı da imzalatmayı da unuttum!

Hemen git, kalırsın vallahi!

– Neyse ki çok uzaklaşmamıştık. Eve döndüm, zile bastıktan sonra megafona seslendim: “Kalıyorum ben, gidemiyorum ziyarete; izin belgemi yetiştirir misin anne?” Yukarı çıkıncaya kadar an- nem imzayı halletmiş, beni kapıda karşılamıştı. – Götürmez mi öğretmeniniz? Sence?

– Servis arabasına bile bindirmez.

– Bindirmezdi tabii. Annemin elinden izin belgesini kapar gibi alıp aşağı fırladım. Aykut, hareketli ya birkaç dakika beklemek bile sıkmıştı onu.

– Nerede kaldın, hadi…

– Geldim, geldim… Konuşa konuşa, eşyalarla oflaya puflaya okula ulaştık. Olsun, iyi amaç için tatlı yorgunluk..

Sınıfımız okulun önünde, yanlarında da bir servis arabası… Kısa bir yol olmasına karşın hepimiz yolculuk heyecanındayız. İzin belgelerimizi öğretmenimize verdik. Kalkış saatine kadar beklememize karşın üç arkadaşımız gelmemişti. Hafta sonu başka planlar yapmış olmalıydılar. Öğretmenimiz, bizi servise almadan önce çevresinde topladı. Hediyeler için teşekkür ederim çocuklar.

Kimse abartmamış, buna çok sevindim. Herkes gönlünce bir şeyler almış, bu da mutluluk verici. Yola çıkmadan önce size bir tek şey söylemek istiyorum. Yuva gezimiz boyunca şunu aklımızda tutalım, eminim o çocukların ziyaretlerde rahatsız oldukları tek şey acıyan bir ifadeyle kendilerine bakılması. Onlar da bizim kadar mutlular; yalnızca hayatları bizimkinden biraz daha farklı. Yaşıtlarıyla yeni tanışan arkadaşlar gibi davranmanızı istiyorum. Başarabilirseniz onları görmek için tekrar tekrar gidebiliriz.

 Acımak… Bunu düşünmemiştim. Yuvaya girer girmez bu duyguyu hissedecektim ama. Canim öğretmenim… Şimdiden söylemesi herkesin kendini kontrol etmesini sağlayacak.

Yolculuk da neşeli geçti. Sınıf şarkılarımıza servisimizin şoförü bile eşlik etti. Yaklaşık yarım saat sonra yuvadaydık. Kocaman, yemyeşil bir bahçe… Kapısında bizi öğretmenler ve görevliler karşıladı. Öğretmenlerden biri, Gülay Hanım, öğretmenimizin yakın arkadaşıymış. Öğretmenimiz, Gülay Hanım’ı ve kızı Mine’yi bize tanıttı. Gülay Öğretmen, öğretmenimiz gibi sınıf öğretmeniymiş; çocuklara çok düşkün olduğu için özel bir eğitim alıp yuvaya geçmiş yıllar önce.

Kızı Mine de annesini sık sık iş yerinde ziyaret eder, daha çok çocuklarla ilgilenirmiş. Mine abla, bizim rehberliğimizi yapacak, çocuklarla tanıştıracak. Gülay Öğretmen’in gülümsemesi, aynı bizim öğretmenimizin gülümsemesi gibi. Gülümserken sarılıyor sanki. Birbirlerine arkadaş olan insanların gülümsemeleri de birbirine benziyor demek ki. Getirdiğimiz hediyeler görevlilere teslim edildi, ziyaretimiz bittikten sonra yeni arkadaşlarımıza verecekler.

Gülay Öğretmen, ziyaret başlamadan yurdu tanıttı. Altı ile on iki yaş grubundan yüz elli kadar çocuk varmış. Yurtta kalan çocuklar yalnız İzmir’den değilmiş, çoğu çevre illerden gelmiş. Altı yıldır burada olan, yuvayı evi gibi hisseden çocuklar varmış.

Yuvada aile ilişkisi kurulmaya çalışılıyormuş, söz gelimi çocukların hepsi müdüre hanıma “Müdür Anne” diye seslenirlermiş. Çocukların anne, babalarıyla ilgili hiçbir şey sormamamızı rica etti. Gerçekten merak ettiğimiz Çocuklar olursa onların haberi olmadan Mine Ablaya sorabilirmişiz, Çocukları herkesin ziyaret etmesine izin vermezlermiş, ancak güvendikleri grupların ziyaretlerini kabul ederlermiş. Kendilerince kriterleri varmış.

– Çocuk Bayramı haftasında ya da ulusal, dini diğer bayramlarda ziyaretçiler artıyor. Bu, çocuklarla bizim hiç istemediğimiz bir şey. Sevgi, ilgi, sosyal sorumluluk belirli günlerde değil her zaman yapılması gereken şeyler sevgili çocuklar. Belirli günlerde gelen insanların pek çoğunu samimi bulmuyoruz. Biz, çocuklarımıza ev ziyaretleri gibi konuk gelen, gerçek arkadaşlar istiyoruz.

Kalabalık gruplan da kabul etmek istemeyiz. Öğretmeniniz hiçbirinizi seçemedi, hepinizin gelmesini istedi; yönetimle konuşup ikna ettik. Çocukların hepsinin okulu, arkadaşı var. Okullarından gelen konukları da var. Siz de onların arkadaşları olabilirsiniz.

Hem de yıllar boyunca, buradan ayrıldıklarında da… Gülay Öğretmen, her ziyaretçiye bu açıklamaları yapıyor mu? Hiç sanmıyorum. Afet Öğretmen’in öğrencileriyiz biz, bizim nasıl yetiştiğimizi çok iyi biliyor. Yeşilliklerin arasında konuşarak ilerlerken binayı gördük. Hiçbirimizin evinin bu kadar şirin göründüğünü sanmıyorum. Ev, bizi gülümseyerek karşılıyor sanki.

Binaya girdikten sonra Gülay Öğretmen’le öğretmenimiz, Mine abla ile bizi baş başa bırakıp gittiler. Öğretmenimizin hep yanımızda olacağını sanıyordum. – Gelin bakalım, teyzemin çocukları. dedi Mine abla. Biz, onun için Afet teyzesinin çocukları olmalıyız. Kendimi ayrıcalıklı hissettim. Gururlandım.

– Bütün çocukların kahvaltısı bibi. Ortalık sessiz, çünkü çalışma saatindeler.

Birkaç dakika sonra çıkacaklar. Onları odalarında karşılayalım mi? Duvarları rengârenk boyanmış merdivenlerden çıktık. İlk katta, upuzun bir koridor… Koridor boyunca sağlı sollu odalar görünüyor. Mine abla, hepsinin yaş grubuna göre oyun odası olduğunu söyledi.

Birbirlerine gitmeleri yasak değilmiş; ama yeni katılan çocukların uyum sağlamaları için, yaş farklılığının çatışmaya neden olmaması için olabildiğince kendi odalarında oynamaları sağlanıyormuş. Bizimle yaşıt olan on altı çocuk varmış yuvada. Yaş grubumuzun oyun odasına girdik, Oyun odası mı? Hiç de benzemiyor. Karşıda duvardan duvara bir kitaplık, hemen yanındaki duvarın önüne sıralanmış tuvaller…

Bir köşede tam yaşımıza göre iki koltuk takımı, diğer köşede masalar ve sandalyeler. Burası oyun odasından çok, genç odasına benziyor. Pek çok gencin ortak kullandığı bir oda… Koltuklara, masalara oturduk. Birkaçımız da kitaplıktaki kitaplara, duvarlarda asılı resimlere göz gezdiriyor.

Mine ablaya böyle bir oyun odası beklemediğimizi söyledik. – Daha küçük yaşlarınki de burası gibi, bakarız birazdan. Yalnızca yaşa uygun birkaç büyük oyuncak, minder falan eklenmiş, o kadar. Ben sıkılırdım burada, dedi Utku. – Sıkılmazdık, niye sıkılalım?

Saatlerce konuş, kitap oku, resim yap, dedim.

– Söylemek istediğiniz eğlenmek, oynamaksa hem spor salonu hem de eğlence salonu var; oraları da göreceğiz. Çocukların çoğu burada vakit geçirmeyi seviyor. Mine abla, cümlesini bitirmişti ki çocuklar geldi. Merhaba! Bugün, Gülay ablanızın en yakın dostunun çocukları size konuk geldi! “Hoş geldiniz!” sesleri birbirine karıştı. Mine Abla, gelenlerin sıradan konuklar olmadığının işaretini vermişti. Ama niçin “abla” demişti Gülay Öğretmen için?

Zil çalmadan etütten çıkıyorlar, öğretmen demek yerine abla demeyi tercih ediyorlar. Haklılar.. Burası okul değil, ev… Yurtta büyüyen çocuklar düşüncesiyle farklı bir şeyler bekledim sanırım, farklı olan hiçbir şey yok. Hayır, hayır var! Bize göre daha olgunlar sanki. Hepsi hoş, güleç bakıyor. İlk adımı atacağız, ama ne yapmamız gerektiğini bilmiyoruz ki… Konuklarınızı kendi alanlarınıza alabilirsiniz. İlk gördüğünüz, arkadaşınız olsun. Kimseyi yalnız bırakmayın, hadi bakalım…

Mine ablanın sözlerinden sonra biraz çekingenlikle harekete geçtiler. Sanırım, Mine abla diğer konukları karşılama alışkanlığından farklı bir şey yapmıştı yine.

Bana doğru bir el uzandı: – Ben Arzu. Sen?

– Ben de Doğaç, dedim.

– Farklı bir adın var. Doğaçlama yapmak. Hazırlıksız konuşmak  gibi.

– Şimdi bizim tanıştığımız gibi o hâlde,  dedi. Gülümsedim.

Arzu, beni kitaplığın önüne götürdü. Sandalyelere oturduk. Senin alanın burası mi?

 -Çoğunlukla burası. Resmi, satrancı, el işlerini çok beceremiyorum. Okumak hem en güzeli hem en kolayı… Ne güzel, ne rahat cümleler kuruyor. Okulunu sordum, deprem günü sığındığımız okulda okuyor- muş. Sınıfından tanığım arkadaşlar vardı. Ne kadar Sıcak bir kız! Konuştuk, konuştuk…

Zaman nasıl geçti anlamadım. Sormak istediğim, yasaklı pek çok soruyu da kendiliğinden anlattı. Altı yıldır buradaymış. Ondan önce de daha küçük çocukların olduğu başka bir yurttaymış. Ailesi yokmuş; kim oldukları, nerede oldukları konusunda hiçbir fikri yokmuş.

Burada her şey o kadar yolundaymış ki aile aramıyormuş bile. “Daha doğrusu…” diyor “Ailenin nasıl bir şey olduğunu tam olarak bilmediğim için eksikliğini hissetmiyorum.” Beni sordu; evimizi, arkadaşlarımı… Hepsini anlattım. Hemen Aykut’u çağırıp tanıştırdım. Aykut da çok sevmişti Arzu’yu. Aykut’un işine geldi, onu karşılayan çocuk, konuşmayı pek seven bir çocuk değilmiş. Herkes bir anda kaynaşı vermişti. Bu kadarını beklemiyordum.

Afet Öğretmen’in kuralcılığı, nezaket konusunda bizi sürekli uyarması yine işe yaramıştı. Bir saat kadar sonra yeni arkadaşlarımızın rehberliğinde yurdu gezdik. Uyudukları yerleri, oyun ve spor alanlarını, çalışma odalarını gördük. Bizim evdeki birer kişilik odalarımız, onlar için iki ya da dört kişilik düzenlenmiş. Hiç fark yok. Üstelik bizim odalarımıza göre daha derli toplular.

Yemek alanlarını, kantinlerini gördük. Ev sahiplerimiz sahiplendikleri konuklarına içecek bir şeyler ısmarladılar. Mine abla hep çevremizdeydi, buna karşın varlığını unutmuştuk. Arada sıra gülümseyen gözlerle bizi izlediğini görüyordum.

Ne kadar kaldık, ne kadar konuştuk; hatırlayamıyorum. Zaman su gibi akıp geçmişti. Kantinde otururken Afet Öğretmen’le Gülay ablanın kantin kapısına kadar geldiğini fark etmemiştik bile. Sanırım uzun süre bizi izlemişler. Mine abla: Afet Öğretmen’imiz de geldi çocuklar, dedi. Aynı anda “Hoş geldiniz!” cıvıltıları duyuldu. Öğretmenimiz, hepimizin masalarını ayrı ayrı dolaşıp yeni arkadaşlarımızla tanıştı, konuşmalarımıza eşlik etti.

Güzel şeyler niçin çabuk biter ki? Bu bir tanışma ziyaretiydi çocuklar. Ev sahiplerimize konukseverlikleri için teşekkür edelim. Anlıyorum ki sonraki günlerde de hem bizim onlara ziyaretlerimiz, hem onları bize ziyaretleri sürecek. Birbirinizin okullarını da öğrendiniz, görüşmeniz daha kolay olacak.

Bugün, onları yeterince meşgul ettik. Haberli geldiğimiz bir gün daha uzun vakit geçiririz. Hadi bakalım, yala düşelim. Hiç konuşmaktan yorulduğumu hatırlamam. Bu defa gerçekten yorulmuştum. Aykut da Arzu da benim kadar konuşmuştu. Üçümüz de uzun sürecek bir arkadaşlığın başladığının farkındaydık.

İstemeye istemeye kalktık. Yeni arkadaşlarımız, bizi bahçe kapısına kadar gelip uğurladılar. Neşeyle gelmiş, pek çoğumuz hüzünle dönüyorduk. Burada bizimki kadar güzel bir dünya vardı. Acımak, akla gelecek son duygu olurdu, ilk akla gelenlerse sevgi, dostluk, sıcaklık…

Dönüş yolu, gidişimiz gibi neşeli geçmedi. Ziyaret ettiğimiz yaşıtlarımızın durumlarına acımak, üzülmek gibi bir duygu yoktu kimsede. Aslında gönülsüz dönüyorduk, orada bütün günümüzü geçirebilirdik.

 -Ben de babamın, annemin işlerine üzülüyorum. Çocukların yoksulluklarını, telaşlarını, acılarını çekecekleri bir aileleri bile yok yanlarında.

– Bizden ne kadar farklılar değil mi? Daha doğrusu, biz ne kadar şanslı çocuklarız.

– Ama onlar, kendi şanssızlıklarıyla bizim şansımızın farkında değiller. Aile, ev deyince yurdu düşünüyorlar yalnızca.

– Arzu’yu nasıl buldun?

– Sen beni çağırdın ya, önce sen buldun.

 – Üff! Bıkmadın şu soğuk şakalardan.

– Soğuk oluşu iyi, senin gibi fazla sıcak adamları serinletiyor.

-Tamam, pes/ Söyle şimdi, Arzu’yu nasıl buldun?

 Sevdim, kafa dengi sanki…

 Nasıl sanki? Yanında zamanın nasıl geçtiğini bilemedik bile. Cik cik ötüp duruyor. Hiç susmadı, ama sıkılmadık da değil mi?

Ben hiç sıkılmadım. Konuşuyor, ama doğal. Olduğu gibi konuşuyor.  Bizim sınıftaki kızlardan farklı. Hop! Yeni tanıştığımız biri için sınıftaki arkadaşlarımızı harcama hemen! Gülüştük. Gülsunar’ın nazikliği, Feyza’nın titizliği, Burcu’nun hanim hanımlıydı. Bizimkiler de Arzu gibi farklılardı aslında. Ama Arzu, anne babasız büyümesine karşın kendine güvenli oluşuyla, cümleleriyle gerçekten farklıydı. Bize gösterdiği konukseverlikle yeni arkadaşımız oluvermişti. 

Aykut.. Efendim? Bizim yanlışlarımızı düzelten, nasıl insanlar olmamız gerektiğini söyleyenler ailelerimiz. Annem, babam, abim; hatta öğretmenimiz olmasa biz nasıl insanlar olurduk? Arzu kadar kendine güvenli, güzel konuşan çocuklar olur muyduk?  Sana büfe hakkında bir şey söylemiştim, hatırlıyor musun? Bana yorumlarımın doğru çıktığı gibi bir şeyler söylemiştin, ben de büfede her tür insani  gördüğüm için doğru yorumlar yapabildiğimi anlatmıştı sana.

Hatırlıyorum. Sanırım Arzu da aynı durumda. Sana da, bana da ailelerimiz nasıl davranmamız gerektiğini söylerken galiba bazen fazla koruyucu davranıyorlar. Zor durumda kaldığımızda bizim yerimize düşünüyorlar… derken Aykut’un sözünü kestim: …Ama Arzu’nun yerine düşünecek kimse yok, o da her sorununu kendisi çözdüğü için güçlü. Bunu demek istiyorsun değil mi?

– Evet, kesinlikle bunu demek istiyordum.

– O zaman onunla iyi arkadaş olalım, bizi de korusun, deyip güldüm.

– Olalım, korusun, dedi Aykut da… Okula ulaştık. Aman Allah’ım, Afet Öğretmen’i dolmuşun arkasında zannediyordum, bizim arkamızdaymış. Konuştuklarımızı duydu mu acaba? Duysun Mutlu olmuştur. Dünün bebekleri koca adamlar gibi konuşuyorlar artık, büyümüşler. Nasıl mutlu olmasın ki?

Ders Verici HikayelerDede Korkut Hikayeleri8 Yaş Masalları


Benzer İçerikler

Ağaç Kavunu Masalı
Ağaç Kavunu Hikayesi
Sütçünün Kızı
Sütçünün Kızı Hikayesi
Nokta Masalı
Nokta Hikayesi
Rüzgâroğlu Masalı
Rüzgâroğlu Hikayesi

Yorumlar

  1. Meltem says:

    Harika anlatım cocuklarımın ılgısınıncok cektı hem dusunduren hem egıten bir hikaye kesınlıkle tavsiye ediyorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Masal Oku | © 2023, Tüm hakları saklıdır.