Güzel Türkçem Hikayesi

Güzel Türkçem Masalı

Abone Ol google news
Güzel Türkçem
Güzel Türkçem

Türkçemizin Sözcükleri

Sevdiğin dersi anlarsın derler. Anladığın dersi seversin diyen de var. Herkes bir şeyler söylüyor, benim matematikle aramı düzeltecek şeyler söyleyen kimse yok. “Önce kendine güvenmelisin!” “Hiç zor değil, sana niçin zor geliyor anlamıyorum. “Bulmaca çözmek gibi bir şeydir matematik.” “İpin ucunu bir yakaladın mı gerisi gelir.”

Ne zaman matematikten yakınsam arkadaşlarım, annem, babam, abim bu cümleleri kuruyorlar. Söylemek kolay… Sınıfın çoğu da matematik hakkında benim gibi düşünüyor. Öğretmene farklı çözüm yolları öneren, pek çoğumuzun anlamadığı ama öğretmenin uzun uzun açıkladığı sorular soran birkaç arkadaşımız hariç.

Hiçbir şey yapamıyor değilim, öğretmenimizin anlattığı konularda eksiğim yok. Türkçede, fen bilimlerinde bir adım ötesini düşünebiliyorum, matematikte bunu yapamıyorum. Kim bilir, her matematik dersinde bunları düşünmekten dersi ilerletmeye fırsat bulamıyorum. Öğretmenimiz tahtada. Benim sıramla tahta arasında sisli bir orman var. Sislerin arasından rakamları seçebiliyorum. Şekilleri seçebiliyorum. Bana saldırmak için fırsat arıyorlar. Bunları düşünürken dalıp gitmişim. Dört kenarı birbirine eşit olan geometrik şekillere ne diyormuşuz Doğaç? .. .

– Sana soruyor öğretmen, dedi Aykut, dizime vurdu.

– Efendim?

– Burada mısın Doğaç?

– Evet, evet öğretmenim… Öğretmenin sorusunu algılayamadım. Cümleyi parça parça duydum, tekrar eder misiniz desem dersten koptuğum anlaşılacak. Birkaç saniye sustum, arka sıradan Arman yardımıma koştu, fısıltıyla; –

– Daire diyoruz de, daire! Hemen atıldım:

– Daire diyoruz öğretmenim! Sınıfta bir kahkaha tufanı koptu. Ne olup bittiğini anlayamıyorum. Yanlış bir şey söylediğimin farkındayım, niçin bu kadar güldüklerini anlayamıyorum. Afet Öğretmen sorusunu tekrar etti:

– Sanırım burada değilsin. Sen gelinceye kadar tekrar edeyim bari. Dört kenarı birbirine eşit olan geometrik şekillere ne diyoruz Doğaç? Öğretmenim cümlesini bitirirken arkadan Arman’ın “Hi, hii” sesi çıkararak fısıltıyla güldüğünü duydum. Başımdan aşağı bir kova buzu boşaltıverdiler sanki. Ne olup bittiğini anlamıştım. Arman’ın oyununa gelmiştim. Sınıfın matematikte en iyisi Arman, fena alaya almıştı beni. Bozuk bir sesle yanıtladım:

-Kare diyoruz, öğretmenim!

– Tamam, aferin. Bu defa oldu, diyerek derse devam etti öğretmenimiz. Arkama dönüp Arman’a sert bir bakış fırlattım. Bütün kişilere rezil olmuştum. Bir anlık dalgınlığım yüzünden nasıl da alay etmişti benimle.

Derse dönemedim. Yüzümden, gözlerimden ateş fışkırıyordu sanki. Aykut da arkaya döndü:

– Hiç olmadı bu, dedi Arman’a fısıltıyla.

– Niye olmadı? Altı üstü bir şaka…

– Aykut da ben de Arman’a yanıt vermedik. Şakalaşmayı sevmeyen olur mu? Ben de severim, Bütün sınıfa rezil etmek, şaka yapmak mıdır? Herkes yanıtı bana başka birinin söylediğini, benim de aptal gibi atladığımı anladı. Aman Allah’ım, ne fena bir durum! Teneffüste nasıl bakacağım arkadaşlarımın yüzüne? Dilini tutamayan, alay etmeye kalkan da olur şimdi. Topluluk içinde mahcup olmak en korktuğum şeylerden biriydi, en fenası başıma geldi. Nasıl atlatacağım ben bu durumu? Zil çaldı. Korktuğum şeyler birer birer başıma gelmeye başladı.

– Dört köşeli bir dairem vardı çantamda, bulamıyorum; gören var mı?

– Acil yardım hattının numarası kaçtı?

– Arman, bir tiyatro sahneleyeceğiz, sufle yapar misin? Yahu arkadaşlar, karenin yarıçapını nasıl buluyorduk?

Bir öykünün sonunu tamamlamak gerekse sıradan cümleler bulan ya da tek cümle edemeyen arkadaşlarım birer espri makinesine dönüşmüşler, bana takılıyorlar. Utandığım zamanlarda ilginç bir özelliğim var, burnumun oynadığını hissederim. Burnum oynamaz aslında, bana öyle gelir. Bakışlarıma, sesime hâkim olamam. Beynim tümüyle durur, terlerim. Aykut, bu hâlimi çok iyi bilir. Kolumdan tutup neredeyse sürükleyerek dışarı çıkardı beni. Canan’ın sesini, Arman’ın yanıtını duyabildim çıkarken:

– Arkadaşlar, biraz ileri mi gittik sanki?

– Öyle düşünmüyorum. Şakalaşıyoruz, ne var bunda? Bahçenin en uzak yerine, dert köşesine gittik. Ne zaman sıkıntılı bir şey olsa Aykut’la kendimizi burada buluyoruz. Oyun alanlarının dışında kalıyor, kimse konuşmalarımızı duymuyor; biz de gürültüden rahatsız olmuyoruz. Bu defa öyle olmadı. Diğer dördüncü sınıflardan bir çocuk, sırtıma dokunarak: “Doğaç, eşit kenarlı bir daire çizeceğiz, yardım eder misin?” diye sordu.

İnanamıyorum. Birkaç dakika içinde kim yetiştirdi bunu? Aykut, “Yeter!” der gibi hızla ellerini yana açtı, sonra işaret parmağını dudaklarına götürüp çocuğa “Sus!” dedi. Moralimi düzeltmek için gelmiştik, durum daha da sarpa sarıyordu.

– Yapılır mı Aykut bu? Böyle şaka mi olur? Bütün arkadaşlarımın yanında rezil oldum, yetmedi  sınıf dışına da çıktı, dedim.

– Olacak şey değil, haklısın. Bir şekilde duru- mu düzeltmemiz gerekecek.

– Aklım durdu. Ne yapacağımı bilmiyorum.

– Böyle şeylerin herkesin başına gelebileceğini düşün. Seni ne kadar rahatlatır bilemem, ama benzer şeyleri defalarca yaşamadık mı? Kimseyi kırmamaya çalışırım, kimseyle alay etmem. Seçtiğim her sözcüğe dikkat ederim. Ben bu kadar dikkat ederken… Şaka güzel bir şey, fakat böyle tehlikeleri de var. Sana yapılmış bir hareket olduğunu düşünüyorsun, aslında öyle değil. Öğretmen benim adımı da Gülnar’ın, İklim ‘in adını da söyleyebilirdi. Arman, kim olursa olsun kendince bu şakayı yapacaktı.

Yalnızca seni hedef aldığını düşünürsen sana inat yaptığını zannedersin.

-Ben rezil oldum ama… Zamandan başka çözüm gelmiyor aklıma. Unutulmasını bekleyeceğiz.

– Karenin yarıçapı, acil yardım hattı, sufle esprileri güzeldi ama değil mi, dedim; gülüşerek sınıfa döndük. Arman’a bakmadan yerime oturdum. Birkaç gün yüzüne bakacağımı sanmıyorum. Arkadaşlarımla kırgın ya da küs olmaktan nefret ederim. Kendimi çok huzursuz hissederim. Bu durum başka. Arman’ın yanlışını anlamasını bekleyeceğim.

Bugün okul hiç bitmedi. Dakikalar saatlere, saatler günlere dönüştü. Aykut’un beni güldürme çabalarına karşılık vermek istedim, kendimi ne kadar zorlasam da başaramadım. Üzerimde bir hüzün. Atamadım. Eee geldim. Diyorlar ki; kediler, ev halkından en sıkıntılı olanı anlar, onun yanından ayrılmazlarmış.

Doğruymuş. Benim eve döndüğüm saat, Çıtır’ın oyun saatiydi. O gün Çıtır da oynamak istemedi. En sevdiği oyun, ben ipi sürüklerken ipin ucunu tutmak için peşinden koşmak; bunu bile istemedi. Biraz hareketlense keyfim yerine gelecek. 0 da benimle birlikte hüzünlü… Odama gidip masama oturuyorum, boş gözlerle kitaba bakıyorum; Çıtır, yatağın üzerinden sakin bakışlarla beni izliyor. Salona gidip koltuğa oturuyorum, hemen yanı başımda… Annem, benim hüznümü değil Çıtır’ın durgun olduğunu fark etti.

– Nesi var bunun? Oynamadınız bugün. Senin peşinde dolaşıp duruyor. Bilmem…

– Mamasını verdin mi? Kumu temizledin mi? Bir şeyden rahatsız bu.

– Evet.

– Bir dakika, sana ne oluyor asıl? Kısa kısa yanıtlar…

– Keyfim yok.

– Geçiştirme, ne olduysa anlat lütfen.

– Olan eni anlattım anneme. Olaydan sonraki teneffüste arkadaşlarımın esprilerine kahkahalarla gülmek dışında hepsini ciddi ciddi dinledi.

– İşte böyle… dedim.

– Hemen Afet Hanım’ı arıyorum.

– Anne, sakın! – Arman’ın annesini arasın, Arman da benim oğluma böyle şeyler yapmasın. Hatta en iyisi, Arman’ın annesini ben arayayım. 

– Anne! Şikayetçi, mızmız çocuklara döndüreceksin beni, yapma!

Güzel Türkçem
Güzel Türkçem

– Şaka yapıyorum oğlum, tabii ki kimseyi aramayacağım. Şimdi dinle beni… Kim bilir kaç kez, kendi öğrencileriyle yaşamıştı annem benzerlerini. Her şeyden şikâyetlenen ailelere çok kızardı.

Bunu düşünemeyip nasıl da inandım öğretmenimi, Armanın annesini arayacağına? Kafam yerinde değil ki… Annem, çocukların kendi ayakları üzerinde durması gerektiğini düşünen bir öğretmendi. “Çocuğunuz yere düştüğünde o doğrulmaya çalışmadan ellinizi uzatırsanız yaşam boyu yerde yatıp birilerinin kendilerini kaldırmasını bekler derdi. Benim oğluma böyle şeyler yapmasınlar diye öğretmenimi arayacak? Mümkün değil.

-Arman’la yeni arkadaş değilsiniz. Bugün büyük bir kırgınlık yaşadığın belli, benim alıngan oğlum. Alınganlık suç değil, başkalarına göre daha hassassın demek. Arman bunu dikkate alsa iyi olurdu, almamış işte.

– Böyle şeylere arkadaşlarımın çoğu dikkat etmiyor.

 -Bazen sen de.

-Evet, bazen ben de…

– Çünkü yaşınızın özellikleri bunlar. Böyle böyle pişeceksiniz. Üzülerek, mutlu olarak, kızarak, affederek, kavga ederek, özür dileyerek; hiç hoş olmasa da bazen birbirinize küserek… En kötüsü de küsmek, biliyorsun. Hiç uygar bir davranış değil.

– Biliyorum. Ne yapmam gerek anne, ne olur sen söyle… Öncelikle bu durumun doğal olduğunu kabullenmelisin. Yaşam boyu bunun gibi pek çok olay yaşayacaksın. Henüz yaşamın başında kırılmaya başlarsan büyük sorunlara katlanacak gücü kendinde bulamazsın.

-Rezil oldum ama.

 -Rezil olmak kötü bir söz… Yaşadığın duruma uygun olduğunu düşünüyorsun, oysa hiç de öyle değil. İnsan kötü bir şey yaparsa rezil olur. Yalan söylemek, çalmak, arkadaşlarını kışkırtmak gibi kötü özellikler söz konusu olursa rezil olmaktan söz edilebilir. Seninki bir dalgınlık anında olanlardan sonra kendini mahcup hissetmek… Öyle değil mi? Sanırım haklısın annem.

-Kendi başına halledeceksin. Yarın ilk İşin.

– Dil Kurumu’nun sözlüğünün iki cildini de okula götürmek olacak. Öğretmen, getirmeyenin canına okuyacaktım. Annem gülümsedi, devam etti: Sonunda hüzün havamdan çıkmayı başarmıştı. Annem gülümsedi, devam etti:

– Sözlük, Arman’a kızgınlığının önüne geçti demek, sevindim. Yarın ilk işin, ilk teneffüste Arman’ı bir köşeye çekmek olacak. Onunla konuşacak, kendisi için normal görünen bir durumun senin için normal olmadığını anlatmaya çalışacaksın. En uygun cümlelerle… Hesap sorar gibi değil, kırılmış gibi. Cümlelerini kendin seç şimdiden, doğru seç. Sözcükler çok çok önemli.

– Aykut’la birlikte konuştuğumuz yere çağırırız “

– Hayır. Bu, ikinizin sorunu.. Aykut, bugün yapması gerektiği kadarını yapmış. Daha fazlası, senin Arman’a derdini anlatmanı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Aykut seni savunmaya çalışacak, Arman ona karşılık verecek, sen Aykut’u savunmaya çalışacaksın; doğallık bozulacak, En iyisi karşılıklı, kimse yokken konuşmanız.

 – Anladım.

– Hadi gülümse şimdi. Babanla, abinle konusup kafanı daha fazla karıştırmayalım. Bakalım nasıl halledeceksin, ikimiz görelim.

– Ne güzel şeyler söyledin.

– Sen büyüdüğünde daha güzellerini söyleyeceksin. Ne yapacağıma karar vermiş olmak beni çok rahatlattı. Annemin söylediği yöntem en iyisiydi, açık açık konuşmak. Uygun sözcükleri seçmek bana kalıyordu, bu gerçekten zor olacak. Ya Arman umursamaz bir tavır takınırsa? Bütün akşam, söyleyeceğim sözleri düşündüm. Keşke hiç böyle bir şeyi yaşamamış olsaydım. Annem haklıydı. Yaşam boyu çok daha zor olaylar yaşayacağım. Şimdiden her şeyi büyütürsem, şimdiden olaylarla yüzleşmekten kaçarsam… Başarmalıyım, evet, başarmalıyım. Gülümsedim kendi kendime.

Sabah beş dakika erken çıktım. Sırtımda koca bir çanta; sol elimde bir cilt, sağ elimde bir cilt “Türk DII Kurumu Sözlüğü”. Türkçedeki bütün sözcükler mi var acaba bu sözlüğün içinde? O kadar ağır, o kadar ağır ki… Sözlükleri dönem başında aldık. Ortaöğretime hazırlık yapmalıymışız. Daha önce kullandığımız sözlükler yeterli değilmiş artık.

Hep yanımızda olmalıymış; bir sözcüğün anlamını tahmin etsek de bu sözlükten tamamlamışa bakmayı alışkanlık hâline getirmeliymişiz. Evdeyken raftan almaya üşeniyorum. Öğretmenimiz ilk defa sınıfa istedi, umarım bir daha istemez. Eve dönüşün derdi bile şimdiden içime düştü. Oflaya puflaya sınıfa ulaştım. Sıraların üzerinde sözlükler tuğla gibi duruyor. Aykut zaten iri yarı, sözlüklerle birlikte sırada neredeyse dört kişi olduk. Birbirimize bakıp gülüyoruz. İlk dersimiz Türkçe. Öğretmenimiz sınıfa girer girmez durumumuza gülmeye başladı:

– Bugün yordum mu sizi?

– Çok yorulduk öğretmenim.

– Babam bana kıyamadı, beni arabayla bıraktım.

-Bana iyi oldu. Beslenme çantamı almadım, yerine kantin parası verdi bizimkiler. Sözlüğü yarın da getirelim.

– Birkaç kişi getirse olmaz mıydı? Giderken atık kâğıt kutusuna bırakıp gitsek olur mu? Öğretmenimiz, hayıflanmalara gülümseyerek karşılık verdi:

– Atık kâğıt kutusuna bırakanı, atık çocuk kutusuna bırakırım. Birkaç kişi getirse olmazdı, her şeye birlikte ve aynı anda bakmamız gerek. Mızmızlığı bırakalım, derse geçelim. Hadi bakalım… İlk ders ne olursa olsun Afet Öğretmen’i sinirlendirmek mümkün değildir. Günün başladığı gibi gideceğini düşündüğü için ilk derse her zaman böyle neşeyle başlarız. Hem de zaman yitirmeden:

– Zihninizde kaç sözcük var çocuklar Şaşırtıcı bir soru daha. Şu rakamlardan Türkçe dersinde de kurtulamayacağız anlaşılan. “Soruyu başka biçimde sorayım. Okulu, sınıfı, evi, mahalleyi, arkadaşlarınızı, ailenizi düşünün. Bir hafta boyunca her biriniz kaç farklı sözcük kullanıyorsunuz?”

-Bir milyon, dedi Utku.

– O kadar az olsa yetmez, konuşamayız, dedi Gülsunar.

– İki bin kadar… dedi Berfu.

– İki bin mi? İki bin sözcüğü bir derste kullanıyoruz, deyip kahkaha attı Aykut. Berfu, Aykut’a ters bir bakış fırlattır:

– Öğretmenimiz, yürüdüğümüz adımları sayar gibi sözcükleri saymamızı istemiyor. Yürümek, konuşmak, düşünmek, masa, ağaç, kalem gibi kaç farklı sözcükle anlaştığımızı soruyor Aykutçuğum! derken “Aykutçuğum’u sitemle öyle vurgulu söylemişti ki tüm sınıf güldü. Anladım şimdi, dedi Aykut. Bu defa sınıf, Aykut’un doğallıkla verdiği yanıta güldü. Öğretmenimiz devam etti:

– Aynen Berfu’nun söylediği gibi çocuklar. Acaba kaç farklı sözcük biliyorsunuz’? Hepinizde aynı Sınıftasınız, aynı şehirde yaşıyorsunuz. Bildiğiniz sözcükler birbirine yakın sayıdadır.

– Bunu bilmek çok zor öğretmenim, ancak tahmin edebiliriz, dedim.

-Tabii ki zor, tabii ki tahmin edeceğiz. Üç bin diyelim mi? Konuşmayı öğrendiğiniz günden bugüne üç bin sözcük öğrendiniz mi? Ya da biraz daha artıralım, beş bin olsun. Ne dersiniz?

– En fazla o kadar.

– Evet, evet, o kadardır. Az önceki milyonlardan eser kalmamıştı.

– Peki, sözlüğün iki cildini de elinize alın. Kaç sözcük vardır içinde? Ben söyleyeyim. 80 bin sözvarlığı, 40 bin de madde içi. Yani 80 bin sözcük açıklanmış bu sözlükte.

– Öğretmenim, 40 bin de madde içi ne demek? Bugünkü dersimizin konusu demek… Sözcüklerin ilk anlamları, zamanla kazandıkları ikinci, üçüncü anlamları var. 80 bin sözcükten bazıları 40 bin yeni anlam kazanmış. Madde içinde bunlar açıklanıyor. Az sonra bunun nasıl olduğunu öğreneceğiz.

– Peki, öğretmenim, dedim. “Türkçedeki sözcük sayısı bu kadar mı?”

– Güzel soru. Tabii ki bu kadar değil.

– O hâlde niçin tüm sözcükler sözlükte yok?

– Bunun birkaç nedeni var Dodaç Sözlükteki sözcükler, günlük dilde kullanılanlar… Meslekler için, deyimler için özel sözcükler de var. Daha önemlisi… Çok bilinmeyen bir sözlükten söz edeyim size, “Derleme Säzlüğü”. 1932 yılında oluşturulmaya başlanmış bir sözlük. Tüm öğretmenlere yazı gönderilmiş, yörelerinde konuşulan farklı sözcükleri anlamlarıyla birlikte yazmaları istenmiş. Çalışma yaklaşık yirmi yıl sürmüş. Sonunda 14 ciltlik bir sözlük çıkmış ortaya. Her cildi, elinizdeki ciltler kadar.

– İçinde yüz binlerce sözcük vardır.

– Evet, içinde üç yüz bin dolayında sözcük var. Peki, niçin o sözlüğü kullanmıyoruz, bu iki ciltle yetiniyoruz?

– Cumhuriyet kurulduktan sonra İstanbul ağzı, merkez yazı ve konuşma dili olarak benimsenmiş. Her yöre kendi ağız sözcükleriyle konuşsa ve yazsa ortak bir dil oluşturabilir miyiz? Folklor derslerimizi hatırlayın çocuklar. Her yörenin birbirinden ne kadar farklı dil alışkanlıkları vardı değil mi? Örnekleyelim… “Badal’ sözcüğünü duydunuz mu daha önce? Oysa İç Anadolu’da çok kullanılan bir sözcük, ‘yol üzerindeki çukur’ anlamına geliyor.

Tüm yörelerin özel sözcüklerini öğrenmemiz olanaksız. Derleme Sözlüğü ‘nün işlevi, Türkçenin genel birikimini belirlemek. İstanbul Türkçesindeki sözcüklerin anlamlarını, kullanımlarını belirlemek değil. Her sözcük, Derleme Sözlüğünde anlamı ve konuşulduğu yöre açıklanarak veriliyor. Derleme Sözlüğü çok ilgimizi çekmişti. Öğretmenimiz, bir süre daha sözlük hakkında bilgiler verdi.

Derleme Sözlüğü ‘nün ciltlerinden birini getirme sözü alınca, sözlüğün yakasını bıraktık. Kaldığımız yerden devam edelim. Elinizdeki sözlükte 40 bin madde içi açıklama olduğunu söyledim. İlk kullanıldıklarında o anlamları taşımayan sözcükler, sonradan yeni anlamlar kazanmışlar. Sözcükler, nasıl yeni anlamlar kazanır, bu nasıl gerçekleşir derken zil çaldı. Zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık. Sözcükler de sayılar kadar büyülü… Öyle görünüyor.

– Vay be… dedim Aykut’a dönüp, “Üzerinde hiç düşünmediğimiz geyler, ne kadar farklı geliyor değil mi?” derken bir el omzuma dokundu. Döndüm. Arman:

– Biraz konuşalım mı?

 – Olur, deyip Aykut’a baktım. – Arman, sözlerine devam etti:

-Aykut, sen de gelsene, dedi. Annemin uyarısı aklıma geldi. Aykut gelmesin desem işler daha da karışacak. Planladığım gibi başlamadı çünkü. Teneffüs başlar başlamaz benim dönüp Arman’a seslenmem gerekiyordu. Beklemediğim bir durumdu bu, Arman konuşmak istemişti. Aykut’u da o çağırıyordu üstelik. Yolda hiç konuşmadık. Bahçedeki ‘dert köşesine gideceğimiz belliydi. Herkesten uzak konuşabildiğimiz tek yer.

– Dün sana yaptığım şaka için çok üzgünüm. Özür dilemek için seninle konuşmak istedim.

– Sen çağırmasan ben seni çağıracaktım. Biliyorum. Annemle konuştuk akşam. Senin çağırmanı bekleseydim özrüm anlamlı olmayacaktı. Annem uyardı beni.

-Çok üzdün beni ama Arman.

– Dilimi tutamıyorum şaka konusunda. Öğretmen kime sorsa öğretmeni dinlemediğini fark eder etmez o şakayı yapardım. Başka biri şakamı önemsemeyebilirdi, ama sen önemsedin. Herkese karşı dikkatli, nazik konuşan birisin. Seni zor duruma düşürdüm. Çok üzgünüm, Tekrar özür diliyorum. Gülümseyerek karşılık verdim. Benim annemle konuştuğum gibi o da annesiyle konuşmuştu demek. Kendisini çaresiz hisseden yalnız ben değilmişim. Tatsız bir olay ortaya çıktıktan sonra kimin haklı kimin haksız olduğunun önemi kalmıyor, sonrasını kişilerin doğru davranışları, kişilikleri belirliyor.

Arman’ın benden önce harekete geçmesi, bunu bilerek yapması da ne kadar güzel bir davranıştı. İçimde tarif edemeyeceğim bir Mutluluk hissediyordum. Saatlerce kendimi kötü hissetmeme neden olan olay, hepimize bir şeyler kazandırarak sona ermek üzereydi.  Biliyor musun… dedim. “Dün senin şakandan hemen sonra burada Aykut’la dertleşirken başka sınıftan biri ‘Eşit kenarlı daire çizeceğiz, yardımı eder misin?’ diye seslendi bana.”

– Aman Allah’ım… Buna da mı neden oldum?

 – Şimdi sen güzel bir arkadaşlıkla içindekiler söyledin ya, bunların hiçbirinin önemi yok artık. -Teşekkür ederim. Aykut söze girdi: Şunu da söyleyeyim. Teneffüsteki espriler, seninkinden iyiydi ama.

– Olsun. O espriler de benim sayemde ortaya çıktı, dedi Arman. Gülüştük. Üçümüz de rahatlamıştık. Hele ben.. Konuşmanın çözmeyeceği sorun var mıdır? Sanmam… Teneffüs zili çaldı. Sınıfa girdik. Arman, hiç beklemediğim bir şey daha yaptı.

-Arkadaşlar! Bir dakikacık beni dinler misiniz? Herkes sustu, merakla Arman’ı dinlemeye başladı.

– Doğaç, hepimize karşı sözlerini dikkatle seçen, kimseyi üzmemeye çalışan arkadaşımız. Ben dün bunu düşünemeden onu üzdüğüm için şimdi ondan özür diledim. Şakamın üzerine çaka yapmazsanız beni gerçekten affedecek.

Bütün sınıf Arman’ı alkışladı. Bu kadarını beklemiyordum, mutluluğum bir kat daha arttı. Ben utandım, yine burnum oynuyor gibi hissettim. Neyse ki öğretmenimiz sınıfa girdi de her şey kendiliğinden normale döndü. Aykut sırada fısıldadı bana:

– Herkesin yanında yapılan bir hatanın özrü de herkesin karşısında yapılmalı. Arman çok iyi yaptı. Bugün her şey ne kadar güzel gidiyor. Ders bile… Dünün intikamını alır gibi. Bir an önce derse geçmek istiyorum, çok keyifli bir konu işliyoruz.

Önceki dersin son sorusunu tekrar ederek başlayalım. Sözcükler, nasıl yeni anlamlar kazanır, bu nasıl gerçekleşir?

– Sözcüğü deyimle kullanırken anlam değişir.

-Zaman geçtikçe…

– İkinizin söylediği de doğru, ama tam değil. Deyimle nasıl değişir Leyla? Örnekleyebilir misin? Hemen aklıma gelmiyor. Düşüneyim… Buldum ‘canını yakmak’ deriz. Yakmak sözcüğünü ‘acı’ anlamında kullanmış oluruz. Gerçekte yanan bir şey yok.

– Aferin Leyla! Çok güzel örnekledin. Peki, zaman geçtikçe nasıl değişir Burcu?

– Bu yıl ilk aylarda konuşmuştuk öğretmenim. Anlam iyileşmesi, anlam kötüleşmesinden söz etmiştik. Hangi sözcüktü o?… Evet, hatırladım ‘mareşal” sözcüğü… Önceleri atlara nal çakan kişi anlamına geliyormuş, çok sonra savaş kazanan komutan anlamında kullanılmaya başlanmış.

– Aferin benim kızıma! Eski dersleri hatırladığınızda ne kadar mutlu oluyorum. Şimdi, tüm bunlara neden olan anlam değişmelerini öğreneceğiz. Sözlüklerinizden ‘ayak’ sözcüğünü bulur musunuz?

Bütün sınıfta kuşlar uçuşuyor gibi sayfa sesleri gelmeye başladı. Çok hoş!

-İlk bulan bağırdı: – Ben buldum öğretmenim!

-İlk açıklamasını oku o hâlde. – Ayak.. I. Bacakların bilekten aşağıda bulunan

– Tamam. İşte, bir sözcüğün sözlükte açıklanan ilk anlamına ‘gerçek anlam ya da temel anlam diyoruz. Şimdi de ‘göz’ sözcüğünü bulun, ilk bulan da ilk açıklamasını okusun. Buldum! Göz…

1. Görme organı. Demek ki sözlüklerde, sözcüklerin ilk açıklanan anlamları, temel anlamlar. İlginç bulacağınız şeylerden de söz edeceğim şimdi. Söz gelimi ayak ya da göz anlamına gelen, başka bir Türkçe sözcük söyleyin bakalım. Sınıfta bir sessizlik… Herkes düşünüyor.

– Yok ki öğretmenim…

– Evet, yok. İlginç olan da bu zaten, her dilde böyle bir ilginçlik var. Ayağı, gözü karşıladığı kavramlar için bir kez kullanmışlar, bir kez daha ad verme ihtiyacı hissetmemişler. Kafanız karıştı değil mi?

Farklı biçimde anlatayım. Bir dilde aynı anlama gelen iki sözcük yok. Yani eşanlamlı sözcüklerden biri mutlaka ama mutlaka yabancı dilden Türkçeye girmiş demek. Sınıf sustu. Öğretmenimizin söylediğini sindirerek anlamaya çalışıyoruz. Biraz düşündünüz. Örneklemeye devam edeyim o hâlde. “Gözüm ağrıyor.” cümlesinde göz’ yerine kullanabileceğiniz başka Türkçe sözcük yok. “Öğrenciler sınıfa girdi.” cümlesinde “Talebeler sınıfa girdi.” diyebiliyoruz değil mi? Çünkü “talebe” sözcüğü Türkçe değil. Anladım öğretmenim, diye bağırdı Berfu. “Gerçek anlamlı sözcükleri, yerlerine başka sözcük getiremeyişimizle belirleyebiliyoruz”

– Çok doğru Berfu… Ulaşmak istediğim cümle buydu. ilginç olan başka şeyler de var. Gerçek temel anlam dediğimiz anlam, sözcüğün anlamı düşünüldüğünde akla gelen ilk anlam. Hiç kimse göz sözcüğünü düşündüğünde aklına çekmecenin gözü gelmez, organ olan göz gelir.

– Ayak deyince de kimse masanın ayağını düşünmez.

– Evet Berfu… Devam edelim. Şimdi ‘ayak  sözcüğünü tekrar bulun ve ikinci anlamını söyleyin.

– 2. Birtakım şeylerin yerden yüksekçe durma- sını sağlayan dayak, destek veya bunlardan her biri: iskemlenin ayağı, köprünün ayağı…

 – Göz sözcüğünün ikinci anlamını da oku lütfen.

– 2. Suyun topraktan kaynadığı yer, kaynak.

 – Üçüncü ve dördüncü anlamları da okuyalım.

 – 3. Delik, boşluk… İğnenin gözü.

Güzel Türkçem Masalı
Güzel Türkçem Masalı

– 4. Çekmece, çekmecelerin her biri. Masanın gözü.

-Yeterli Berfucuğum. Bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Sözcüklerin gerçek anlamlarıyla ikinci, üçüncü anlamları arasında nasıl bir ilişki var, açıklayabilir misiniz? Şekilleri benziyor.

– Nasıl?

 İnsanın ayağı ile köprünün ayağı benziyor. İnsanın gözü ile çekmecenin gözü de öyle… Masa insanın başı gibi, çekmeceler de sağda solda duran birer tane göz sanki.

– Çok güzel Leyla! ‘Suyun gözü’ derken de ne muhteşem bir benzerlik var değil mi? Suyun topraktan çıkışını düşünün, su çıkıp hafifçe geri düşüyor ve bu görüntü parlak bir göz gibi değil mi? İşte, sözcüklerin gerçek anlamlara şekil benzerliği ile yeni bir anlam kazanmasına da yan anlam’ diyoruz. Dersin başında konuştuğumuz yeni anlam kazandırma yollarından biri yan anlam.

– Öğretmenim, bildiğimiz şeyler; ama hiç böyle  düşünmemiştim, dedi Canan…

– Dil, çok güzel bir şey çocuklar. Kocaman bir deniz gibi… Anlamların, anlam olaylarının sonu yok. Üzerinde düşündükçe enginliğini, güzelliğini görüyorsunuz. Şimdi hepinizden sözlükleri kullanarak defterinize gerçek anlam ve yan anlamlı sözcükler yazmanızı istiyorum. Bu dersin sonuna kadar… Ooo, kolay iş! Birinci açıklama gerçek anlam sonraki açıklamalar da yan anlam… Sözlüklerimize gömüldük, hem de keyifle… Dersin sonuna kadar herkes, sayfanın yarısını doldurmuştu.

Bir oyun gibiydi. Teneffüste de birbirimize sözlükte rastladığımız ilginç sözcükleri, daha önce dik- katimizi çekmeyen ilginç benzerlikleri söyledik. Komik benzerlikler de çıkıyordu ortaya: “Düşman, Aykut’un ayağına bomba koyunca askerlerimizi karşıya geçiremedik.” Aykut’un ayağı, köprü ayağı kadar uzundu ya… Sözlük bir kaynak değil, bir oyuncak sanki. Sonraki ders, öğretmenimizin bulduğumuz örnekleri okumamızı istemesiyle başladı:

– Damar… Gerçek anlamı, canlı varlıklarda kanın dolaştığı kanal. Yan anlamlar: yaprak damarı, mermer damarı, kömür damarı… Şekil olarak aynı… Hatta anlam olarak da… Batmak… Gerçek anlamı, bir sıvının üzerinde iken içine gömülmek. Yan anlamlar güneşin batması, iğnenin parmağa batması, yok olmak. Dil… Gerçek anlamı ağız boşluğunda, tatmaya, yutkunmaya, sesleri boğumlanmaya yarayan organ… Yan anlamları üflemeli çalgılarda titreşerek ses çıkaran ince metal yaprak, anahtar, bir çağa bir yazara özgü söz dağarcığı.

Öğretmenimiz, hepimizin örneklerini okutmadı, okuyan arkadaşlarımızınkini de çok beğendi. Son zil çalıncaya kadar okuyacak örnek birikmişti çünkü. Komik benzetmeleri öğretmenimize de anlattık, bizimle birlikte güldü. En çok da Aykut’u köprüye benzetmemize… -Gerçek anlamlı sözcüğün yeni bir anlam kazanmasının bir yolu daha var. Ona da ‘mecaz anlam diyoruz. Ayak sözcüğünü tekrar açın, yan anlamların bittiği yerde koyu bir işaret göreceksiniz.

– Matematikteki benzer işareti gibi… O işareti gördüğünüz her yere ‘ayak’ sözcüğünü koyarak okuyorum. Ayak bağı, ayak diremek, ayak işi, ayak takımı, ayağa düşmek, ayağına dolaşmak, ayağı alışmak, ayağı yerden kesilmek…

 – Öğretmenim, bunların hepsi deyim değil mi?

– Evet, hepsi de ayak sözcüğüyle kurulmuş deyimler… Ayak takımı, işe yaramayan kişiler demek. Ayak işi, önemsiz getir götür işleri demek. Ayağına dolaşmak, telaşlanmak demek… Bu deyimlerin hiç birinin, gerçekte ayak sözcüğüyle ilişkisi yok. Gerçek anlamdan tümüyle uzaklaşmış. Buna da mecaz anlam diyoruz. Bu uzaklaşma, bilemeyeceğimiz kadar uzun bir sürede gerçekleşiyor.

Üstelik gerçek anlamda kullanılan sözcüğün yerine başka sözcük getiremiyorduk, mecaz anlamda farklı sözcükler getirebiliyoruz. Ayak bağı sözü yerine engel olmak, ayağa düşmek yerine de değerini yitirmek diyebiliyoruz. Mecaz anlam yalnız deyimlerle mi oluyor öğretmenim?

– Tabii ki hayır.. Deyim kadar yoğun olmasa da sözcükler tek başlarına da mecaz anlam kazanabiliyor. Söz gelimi ‘kırılmak’ sözcüğü… Aklımıza ilk gelen şey ne? Bir dalın kırılması, bardağın kırılması… Bunlar gerçek anlam. “Beni kırdın.” dediğimde biri beni tutup kırıyor mu? – Çok komik, öğretmenim! – Zaten mecaz anlamın en ilginç özelliği de komik olması Gülsunar. Sözcüğün yeni anlam kazanmasının ikinci yolunu da böylece öğrenmiş olduk. Şimdi göz, batmak, dil’ sözcüklerinin mecaz anlamlarına sözlüklerinizden bakmanızı istiyorum.

– Tekrar sözlüklerimize gömüldük. Öğretmenimizin söylediği gibi, mecaz anlamların pek çoğu, yalın düşününce çok komik geliyordu. “Gözünden düşmek”… Biri gözümde oturmuyor ki düşsün.

Evet, evet… Gerçekten sözcüklerin de büyüsü var. Bütün bunlar nasıl olmuş, ne kadar zamanda gerçekleşmiş; bilebilmek herhâlde imkânsız…

 – Yeterli arkadaşlar… Sanırım sizi bu sabah bu tuğla gibi sözlüklerle niçin yorduğumu anladınız. Sözcüklerin yeni anlamlar kazanması bize ne kazandırır, bunu konuşalım şimdi de. Bir fikriniz var mi?

 – Daha çok sözcük öğrenmiş oluruz.

– Derdimizi daha iyi anlatırız.

– Okuduklarımızı anlarız.

– Deyimlerin anlamlarını daha iyi çözeriz. Hemen herkes, fikrini söyledi. Hiçbiri öğretmenimizin beklediği yanıt değilmiş: Hepinizin söylediklerinde doğruluk payı var. Sözcükleri yan, mecaz anlamda kullanmasaydık her birimiz on binlerce sözcük öğrenmek zorunda kalacaktık. İyi ki yeni anlam kazanıyorlar da her kavrama yeni bir isim vermek, o ismi de öğrenmek zorunda kalmıyoruz. Anlamıştım! Damar sözcüğünü yan anlamlarında kullanamasak yaprağın damarı, kömür damarı, mermer damarı diyemeyecek; bunların her biri için yeni bir sözcük öğrenmek zorunda kalacaktık.

-Aman Allah’ım, aklımız yetmezdi öğretmenim, dedim. Aynen katılıyorum Doğaç, dedi öğretmenimiz. “Aklımız yetmezdi o kadar sözcüğe ve birbirimizle hiç anlaşamazdık. Elimizdeki sözlükte 80 bin gerçek anlamın yanında 40 bin madde içi anlam var. Mecaz kullanımları da düşünürsek 100 binden faz- la.. Şimdi anladınız mı?”

 – Hem de çok iyi anladık. Kime teşekkür edeceğiz bizi on binlerce sözcük öğretmekten kurtardıkları için?

– Önce, zamana teşekkür edeceğiz çocuklar.

– Anadolu’nun her yerinde hayal gücünü kullanan atalarımıza teşekkür edeceğiz. Türkçeye çok önem veren, bugünkü konuşma diline ulaşmamızı sağlayan, araştırmalar yapan ve yaptıran, aynı dili konuşmamızı ve yazmamızı sağlayan herkese ama herkese. Bugün sizi yordum. İlginizi çeken bir konu olduğuna sevindim. Dili anlamak sözcüklerle başlıyor, Sözcüklerin iç ilişkilerini anlayınca okuduklarımızı iyi yazabileceğiz. Zamanla tabii. daha iyi anlayabilecek, kendimizi anlatmak için daha iyi yazabileceğiz. Zamanla tabii…

Daha sonra da sözcükler hakkında konuşmaya devam edeceğiz. Öğretmenimiz cümlesini bitirdi, zil çaldı. Hep böyle oluyor. Sanırım öğretmenimizin beyninde her şeyi ayarlayan gizli bir saati var. Sonra matematik, görsel sanatlar ve müzik dersleri yaptık. Sanırım hiçbirimiz günün ilk derslerinin etkisini üzerimizden atamadık. Öğretmenimiz sözlüklerimizi yarın da getirmemizi istese kimse itiraz etmezdi. İstemedi.

Dün eve dönüşümü hatırlıyorum, bir de bugün dönüşümü… Biri kabus gibi, diğeri hem sorunları çözmüş olmanın hem de yeni, ilginç şeyler öğrenmiş olmanın mutluluğuyla… Oflaya puflaya sözlükle dönmek, herkes benimle alay ediyor diye düşünerek dönmekten çok daha iyi tabii.

Hayır, hayır! Yaşama hazırlanmak için sanırım; düşünerek dönmek, sözlük taşıyarak dönmekten iyi. Son kararım! Annem kapıda karşıladı. Ne oldu, dedi merhaba demeden önce. – Anneciğim, kendi sınıfında bile benim ne yaptığımı düşünmüş olmalı. Olan biteni baştan sona anlattım. Dünkü gibi karmakarışık konuşmadan, düzenli ve mutlu bir sesle…

– Çok sevindim oğlum. En çok da kendi başınıza çözmüş olmanıza çok sevindim. Hele Arman’ın sınıfa söylediklerine söyleyecek güzel söz bulamıyor daha bugün temelini atıyorum. Sanırım ömür boyu sürecek bir arkadaşlığın Her zamanki gibi önce abim, sonra da babam geldi. Yemeğimizi yiyip mutfak masasında söyleşiye daldık. Ne kadar keyifli..

Babam, gününü anlattı. Yeni iş yerine gittikçe alışmaya başlamış. Nevzat amca ile birlikte işi kurmaya çalışıyorlar, çok yoruluyorlarmış. Kolay mı, diğer iş yerinde yıllarca uğraşarak sağladıkları düzeni burada da kurmaya çalışacaklar. Çok yoruluyorlarmış, çok… Annemin hemen her gün, sınıfındaki ilginçliklerle ilgili anlatacağı şeyler vardır.

Annem, İzmir’in göçmenlerden oluşan bir mahallesinde öğretmenlik yapıyor. Kadife kale eteklerinde bir okulda. Kadife kale, İzmir Körfezi’ne yukarıdan bakan, tam tepesinde kocaman bir bayrak dalgalanan, hoş bir semt. Göçmen çocukları farklı kültürlerden geldikleri için annemin çok hoşuna gidiyor. Bir de onları taklit ederek anlatmayı seviyor annem. Neredeyse her akşam kahkahalara boğuluyoruz.

Folklor ekibimizle üç ayrı semtte, üç ayrı aileye gitmiştik. Annemin sınıfında üçünü aynı anda hayal ettim, anlattım: Bizim ekiple gezdiğimiz yerleri düşünsene babam. Üç aileyi, annemin sınıfında hayal edelim. Aysel teyze ile Hakkı amca ayni sırada oturuyor. Hakkı amca Karadenizli, soğuk şakalar yapıyor. Aysel teyze ciddi kadın… Hakkı amcanın şakalarına sert karşılık veriyor, didişip duruyorlar.

Aysel teyze Kayserili ya, her gün beslenmesine mantılar, pastırmalar koyuyor; Hakkı amca beslenme saatinden önce hepsini bitiriyor. Aysel teyze de onun hamsilerini yemek zorunda kalıyor. Tam arkalarında da Süleyman amca, Urfalı… Az konuşan, oturaklı adam. Bizimkilerin didişmelerini gördükçe sinirleniyor, kafasını sağa sola sallayarak “Cik cik cik deyip duruyor. Bizimkiler de kurmacalarımıza eşlik ettiler. Nasıl güldük, nasıl güldük. Annem:

– Benim sınıf da aşağı yukarı böyle işte Doğaç. Nimet var, çok heyecanlı. Sınıfta olan her şeyi de bilir. Hatta öbür sınıfları bile. Bana da akıl verir “Şöyle yaparsan şöyle olur.” Sonra Çınar… Çok kavgacıydı biliyor musunuz, onu size anlatmak istiyorum.

– Hatırlıyorum ben Çınar’ı, dedi babam.

– Evet, birkaç kez söz ettim. Çınar, kavgacıydı ya, ailesine onu tekvando kursuna göndermelerini  söyledim.

– Anneeel  Daha çok kavga etsin diye mi!

– Hayır, hiç de öyle olmadı. Kendisine güvenini kazandıktan sonra kavgayı tümüyle bıraktığı gibi İzmir derecesi bile yaptı biliyor musunuz?

Aaaa, çok ilginç! Salona gidelim mi? Eğlence programı var, şamata, dedi abim.

-İşiniz yok mu yarın için? Ben yemeği beklerken bitirdim anne. Benim de bugün işim yok. Peki, bugün salonda devam edelim, dedi annem. Eğlenmek deyince televizyon geliyor aklımıza, dedi babam, devam etti: “Oysa ne güzel sohbet ediyor, eğleniyorduk.”

– Televizyonsuz olur mu baba, dedi abim. Eh, haklısın; doğduğunuz andan itibaren o kutunun karşısındasınız.

-Eski insanlar ne yaparlarmış acaba, dedim. Anlatsak, bayılırsınız, dedi annem.

-Ee, anlatın hadi o hâlde… Haydi salona…

– Mutfağı birlikte hemencecik toplamış, salonda yerlerimizi almıştık. Herkesin yeri belliydi bizim evde. Babamdan dolayı. Babamın garip bir huyu var, alıştığı yerden başka yerde oturamaz.

Annem anlatmaya bağladı:

-Hem büyüklerden duyduğumu hem de kitaplardan okuduğumu anlatacağım. Babanızla bis de sizden farklı değiliz çok eskiler konusunda.

– Onlardan eksiğimiz elektrik, dolayısıyla teknoloji…

– Nasıl yani, sizin çocukluğunuzda elektrik yok muydu?

– Vardı tabi ama evimize gelinceye kadar yolda oyalanır, kesilir dururdu.

– Anladım ben şarjlı lambayı şimdi

 – Ya, eski korkudan işte. Bir kez bile kullanmadık, evde elektrikli lamba var.  -Daha eskilere gidelim, devam ediyorum ben. Kavuklu ile Pişekâr’ı duydunuz mu çocuklar? Abimle birbirimize baktık. Duymamıştık. Annem devam etti: Uzun kış geceleri… Elektrik, kesintili haliyle de yok. Dolayısıyla televizyon yok, radyo yok. İnsan eğlenmek istemez mi? Evlerde ya da kahvelerde toplanıyor insanlar. Ortaya Kavuklu ile Pişekâr çıkıyor. Yaptıkları işin adı ‘ortaoyunu’ diye biliniyor. Ellerinde yazılı metin olmaksızın birbirleriyle şakalaşarak, birbirlerine cinaslar, tekerlemeler söyleyerek insanları eğlendiriyorlar.

Doğaçlama, diye bağırdım.

Güzel Türkçem Hikayesi
Güzel Türkçem Hikayesi

-Evet, senin adın oradan geliyor, dedi ve devam etti annem: “Bir de meddah var. Elinde mendil, baston, şapka… Onları kullanarak farklı insanları canlandırıyor. Durun bakayım, hatırlamaya çalışayım, başta söylediği bir söz vardı: “Söyledikçe sergüzeşti verir bezme letafet, Dinle imdi bende-i âcizden bir hoş hikâye.”

– Ne diyor yani anne, diye sordum.

– Diyor ki “Maceraları anlattıkça topluluğa hoşluk verir, şimdi aciz kölenizden hoş hikâyeler dinleyin.”

– Ne kadar narin sözler. Evet, öyle. İzleyicilerle şakalaşarak bazen onları da oyuna dâhil ediyor. Bir oyun daha var: Karagöz ve Hacivat. Onu da bilmediğinizi söylemeyin.

– Aaa, onu bilmez miyiz hiç? Hacivat, yarı Osmanlı aydınıdır. Çat pat bildiği Osmanlıca sözcüklerle cahil arkadaşı Karagöz’e seslenir; Karagöz söylediklerini anlamaz, yakıştırmalar yapar, En sonunda sinirlenir, Karagöz pataklamaya başlar.

Evet, hatırlıyorum. Okula gösteri için gelmişlerdi birkaç yıl önce, dedim. “Herkes kahkahalarla gülmüştü, bana çok komik gelmemişti doğrusu.” Kendilerine has şakaları var çünkü. O günün İnsanlarının anlayabileceği, o günün zevklerine seslenen şakalar… Sen yadırgamışsın demek ki… Bugün de ramazan gecelerinin vazgeçilmez eğlencesidir Hacivat’la Karagöz.

Bu adla anarız, gerçekte oyunun adı Karagöz’dür. Oyunun başkişisi odur çünkü. Bir de yardımcı kişiler var. Çelebi ile Tiryaki de oyuna katılır, onlar da Hacivat gibi abartılı bir İstanbul ağzı konuşurlar. Sonra sarhoşlar, kabadayılar var: Matiz, Tuzsuz Deli Bekir. Daha kimler, kimler: Koçak, Cengi, Cambaz, Hokkabaz, Yahudi Bezirgân, Laz Kayıkçı.

– Of, şamataya bak… dedi abim. “Her biri olay. Kim bilir ne kadar eğlendiriyorlardı insanları.” Okuldaki temsilde yalnızca Hacivat’la Karagöz vardı, dedim. Demek ki o yüzden çok hoşlanmamışsın, dedi annem. “Yoksa bunca hareketliliği izleyip de  kahkahalara boğulmamak mümkün mu? Tüm bunları, gölge perdenin arkasında bir kişi, en fazla iki kişi canlandırır.”

– Hem ellerini kullanacak hem hiçbir yazılı metin olmadan, doğaçlama ile laf yetiştirecek. Ne kadar zor! Yetenek denen şey de bu değil mi oğlum, dedi annem. “Bizim için güç olan şey, o insanlar için yaşam biçimi. Eski insanlar da eğlenceye ihtiyaç duymuşlar. Bu ihtiyaçlarını gidermek için de türlü yollara başvurmuşlar. Bu da bizim kültürümüzü oluşturmuş. Bu toprakların ortak kültürünü..”

Ne güzel bir şey diye düşünürken içeri koşarak Çıtır girdi. Onun varlığını unutup sohbete dalmıştık. Birileri kovalıyor gibi hızlı hızlı koşmak da Çıtır’ın eğlencelerinden biri. Çıtır, sohbetimizin sonunda gelmişti; onun oyunlarına eşlik ettik.

En çok da abim. O bana Çıtır’ı kıskandığını söylemişti, ama böyle giderse ben abimi Çıtır’dan kıskanacağım. Abimi de kırmadık. Onun sevdiği programlardan birini izlemeye başladık. Sahnede bir oyun canlandırılıyor, sahnede görünmeyen yönetmen de oyunculara neler yapmaları gerektiğini söylüyor. Başoyuncu, hep yanlış anlıyor; yönetmen onu azarlıyor. Salondakileri de bazen oyuna dahil ediyorlar.

Programı izlerken abim bağırdı birden:

– Aaa! Şimdi anladım. Bu program, annemin az önce anlattıklarının neredeyse tümünün karışımı! Annem, gülümseyerek onayladı:

– Demek ki bugün çok sevilen programlar, gerçekte eskilerin yeni uyarlamalarından başka bir şey değil. İşte yüzlerce yıl süren bu birikime ‘kültür’ diyoruz. Çok ve güzel bir kültürel birikimimiz var. Kültürel zenginliğimizi tanımalı ve en güzel şekilde tanıtmalıyız, dedi annem. Evet, kültür. Bu toprağın kültürü.

Hayvan HikayeleriMasal KitabıDeğişik Masallar


Benzer İçerikler

Pamuk Kedi Masalı
Pamuk Kedi Hikayesi
Köylü Ve Yılan
Köylü ve Yılan Hikayesi
Horoz İle Tilki
Horoz İle Tilki Hikayesi
12 Dans Eden Prenses
12 Dans Eden Prenses Hikayesi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Masal Oku | © 2023, Tüm hakları saklıdır.