Öğrenme Sevinci Hikayesi
Öğrenmenin Zevki Masalı
Yarın okullar açılıyor. Arkadaşlarımla son dört ayımıza giriyoruz. On beş gün boyunca evdeki kalabalığa rağmen sınıfımı özledim. Dört ay sonra bir daha bir arada bulamamak üzere özleyeceğim. Ne fena! Birkaç kez Aykut’la, Kemal’le ayrı ayrı buluştum. Evimize en yakın olan onlar olduğu için değil. Gerçekten onları görmek istediğim için. Aykut zaten en yakın arkadaşım. Kemal’i arayacağım, onunla görüşmek isteyeceğim bir yıl önce aklıma gelmezdi.
Karne günü Kemal’in, Utku’nun kötü sözlerine karşı susarak tepki göstermesi, dikkatimi bir kez daha Kemal’in üzerine çekti. İlki, Kemal’in hayvanlara tutkusuydu. Hayvanları seven bir insanın kötü bir insan olma olasılığı öylesine düşük ki… İnsanların, yaptıkları iyiliklere karşılık bekledikleri bir dünyada hayvanları seviyor olmak, karşılık beklemeden sevgiye hazır olmak demek. Kemal’de bu sevgi var. Karşılıksız seven bir insan, ne güzel bir insan.
Yıllardır güzel bir insanla aynı sınıfı paylaşmışım, ne yazık ki onu son yıl fark ediyorum. İyi ki aynı semtteyiz, onu yıllarca görebileceğim. Kemal bana Köpek’ini anlattı, ben de ona Çıtır’ımı anlattım. Ben onun anlattığı her şeye şaşırıyordum, o benim söylediğim hiçbir şeye şaşırmıyordu. Şaşırdığı bir tek şey varsa bir insanın hayvanları bu kadar geç anlamasıymış. Güvercinlerden, balıklardan saatlerce konuştuk. Hiç sıkılmadan…
Aykut’u özlediğimde, onun çıkışına yakın saatlerde çalıştığı büfeye gittim. İşi çabucak bitsin de çıkabilelim diye meşrubat şişelerini yerleştirmesine, büfenin çevresini süpürmesine yardım ettim. Çok da hoşuma gitti. Annem izin verse de ben de boş zamanlarda böyle bir yerde çalışabilsem… Aykut deli dolu kişiliğine rağmen, herhangi bir olayı yorumlarken benden çok daha geniş düşünebiliyor. Bunu ona da söyledim. “Çok fazla insan görüyorum büfede.” dedi “
Bilerek yapmıyorum, ama davranışlarını izliyorum. Büfe sahibinin arkadaşları geliyor, konuşmalarına tanık oluyorum. Müşterilerin konuşmalarına tanık oluyorum. Herhalde tüm bunlar, bakışımı genişletiyor.” Aykut’la birlikte olmaktan keyif alıyorum. Arkadaşlığı hiç yük değil. Kendisini göstermek, zekâsını ya da becerilerini ortaya koymak gibi bir kaygısı yok. O böyle olunca ben de onun yanında kendimi hiç sıkmadan. bir şeyleri gizleme kaygısı ya da kapalı anlatma gereği duymadan, olduğum gibi davranabiliyorum.
Hele onunla süpürgeleri kılıç yapıp oynamaya bayılıyorum. Bazen uzun uzun konuşuyoruz, bazen de uzun uzun susuyoruz. Susmak da arkadaşlık… Nerede susacağını bilmek, nerede konuşacağını bilmek gerek; hep konuşmak, eğlenmek değil ki arkadaşlık. On beş gün içinde Aykut’un hayatında da güzel gelişmeler oldu. Babası, bu defa uzun süre çalışabileceği bir iş buldu. Bir su bayisinde telefonlara bakıyor. Asıl işi telefon, ama iş yerinin sahibinden sonra ikinci yetkili kişi olarak her işe koşuyor.
Aykut’un söylediğine göre yıllardır aynı iş yerinde çalışıyor gibi kendisini rahat hissediyormuş. Patronu da onu çok benimsemiş. Her sıkıntının bir sonu varmış demek, Zorluklar da güzellikler de üst üste gelir derler ya annesi de bir doktor çiftin beş yaşındaki çocuğuna bakmaya başladı. Aile çok titizmiş, annesinin çalışmasını ailenin beğenip beğenmediği henüz belirsiz.
Umarım beğenirler. Büyükanneler, büyükbabalar iki gün önce gittiler. 8enim için iyi bir tatil oldu diyebilirim; ama savaş anında denge kurmaya çalışan, her gün konuklar için yemek, temizlik yapmak zorunda kalan annem için aynı şeyi söyleyemem. Anneler için yaşam ne kadar zor. Hele çalışan anneler için. Babam evde olsa annemin işini hafifletirdi, o da yeni işine uyum sağlamaya çalışıyor. Tatili verimli değerlendirdim mi? Evet diyemiyorum. Büyükbabalarla gezintiler dinlenmemi sağladı. Çokta hoşuma gitti. Onların birbirlerini çok iyi anladıkları için kurdukları kısa cümleleri anlamaya çalışmak dışında, her şey güzeldi.
Matematikten bolca soru çözdüm. Doğruymuş, matematik soru çözdükçe ilerliyor. Yine de istediğim düzeyde olmadığımı fark ediyorum. Arman gibi, öğretmen soruyu yazar yazmaz sonucu söyleyebilmek istiyorum. Bunun için çok mücadele etmem gerekecek. Kitap okumaya yeterince zaman ayıramadım. Abimle aynı zamanlarda okurduk. Ben büyükannelerle büyükbabalara çok zaman ayırdım. Abim de baterisini tanımaya çalıştığından ikimiz de okumayı ihmal ettik.
Kendimi kontrol edemediğim, suçladığım anlar bunlar. Çünkü internet oyunlarına çok zaman ayırdım. Aşama atlamayı kafama taktığım için gece kimseye çaktırmadan uyuma zamanını geçirdiğim çok oldu. Hele kaykay keyfi! Bu tatilin en güzel zamanları kaykayla geçirdiğim zamanlardı. Fırsat buldukça sahile gidip kaykay yaptım. Evimize yakın sayılmaz, ama en tehlikesiz yer de orası. Kaykay için çevrilmiş alanda kaymayı sevmiyorum. Kaykay özgürlük demek, hızımı almışken alanı çevreleyen korkuluklar özgürlüğümü alıveriyor.
Büyükannelerimin birbirlerini iğneleyici konuşmaları, yemek tartışmaları son gününe kadar devam etti. Annemin sayesinde ciddi bir sıkıntı yaşamadık. Beni boş bulan, kendisine çekip su sıkı sarıldı. Benim, abimin hatırı için daha sabırlı davranamazlar mıydı? Davranamadılar. Yola çıkarken hüzünlendiler, ağladılar. Bir aradayken gülmeyi ihmal etmenin pişmanlığı yüzünden mi ağladılar, ayrılmanın acısından mı ağladılar; bilmiyorum.
Yaşı ilerlemiş olmak, hayatı fark etmek anlamına gelmiyor her zaman. Ne yazık ki öyle… Büyükbabalar için tümüyle farklı bir durum vardı. Yıllardır birbirini görmeyen, ama birbirlerinin hakkında daima olumlu düşünen iki yaşlı insan, hemen okul başlasa da dinlensem…
– Hoş geldiniz, kuzular, dedi öğretmenimiz, “Kuzular” demesi, onun da ne kadar özlediğini anlamamıza yetti. Hep bir ağızdan:
-Hoş bulduk öğretmenim! Bayrak töreninde bizi uzun uzun süzmüş, her birimize ayrı ayrı gülümsemişti. Biz birkaç ay sonra birbirimizden ayrılacağımız için üzgündük. Ya öğretmenimiz? Dört yıldır hepimize kızı Verda kadar alışmıştı. Hemen matematik defterlerimizi açıp derse başlıyoruz. Öğretmeniiiim! – Tamam, şaka yapıyorum.
Her yıl aynı şakayı yaparım, her seferinde de inanırsınız. Bir de akıllı çocuklarım diyorum size, ne kadar akıllıysanız! Törende baktığı gibi sıraların arasında dolaşıp baktı hepimize. Berfu’yla, Aykut’la, Gülsunar’la şakalaştı. Onların yanıtlarına kahkahalarla karşılık verdi. Sonra masasına dönüp sordu: Anlatın bakalım, bensiz neler yaptınız?
– Büyükanneler, büyükbabalar… dedim. Haberim var, annenle konuştuk Doğaç, dedi. Muzip muzip gülümsedi.
-“İki tost, ikisi de karışık!” dedi Aykut. Sınıf kahkahaya boğuldu.
– Aferin kuzuma. Tatilde hep çalıştın demek.
– Doğaç’la birkaç kez buluşmanın dışında evet. Başka, başka? Neler yaptınız, söyleyin bakalım.
– Bol bol okudum.
– Alaçatı’daki kulübemizdeydik.
– Televizyon, bilgisayar, kitap…
– Annem örgü öğretmeye başladı.
– Annemle birlikte yemek yaptık.
– Dayımlara gittik, kuzenlerle bol eğlence… Sabah kalkıp okula gidiyoruz, tüm günümüzü de aylarca okula göre belirliyoruz. Sonra birileri “On beş gün dinlenin bakalım.” diyor. İşte o zaman ne yapacağımızı gerçekten şaşırıyoruz. Arkadaşlarımın sözlerinden bunu anlıyorum. Herkesin tatili sözde dinlenme… Anlaşılan, herkes benim gibi okulun açılmasını iple çekmiş.
– Anladım. Okulu özlediğiniz belli. Gözlerinizden belli. Peki, bilgisayar konusunda ne diyeceksiniz?
Kimse karşılık vermedi. Öğretmen tek tek sordu: “Utku, sen?” Biraz oynadım. Okul başlarken tüm oyunları da sildim.
– Gülsunar? Öğretmenim, annem çok izin vermedi. Günde yarım saat kadar.
– Canan?
– Her zamankinden fazla zaman ayırdım öğretmenim.
– Peki kitap?
– Sevdiğim türlerden üç kitap ayırmıştım. Yalnız birini okuyabildim.
– Doğaç sen?
– Çok fazla oynamadım. Konuklar olunca zaman bulamadım. -Ya kitap?
– Konuklar olunca o da istediğim kadar olmadı. Yalnızca soru çözebildim. Meriç, sen? Ben bilgisayarı sevmem öğretmenim. Orada yaramazlık yapılmıyor.
-Arman?
– Bilgisayara çok zaman ayırmadım. Ama yeni bilgisayarı aldığımızda özelliklerini öğrenmek için biraz fazla oyalandım. Yalan söylemiştim. Kendime inanamıyordum. İlk defa, öğretmenimize yalan söylemiştim. Pek çok arkadaşım da benimle aynı durumdaydı. Herkesin hangi oyunlarla uğraştığını, oyunların ne kadar zaman aldığını çok ilgi biliyordum. Ama başkalarının yalan söylemiş olması benim yalan söylemiş olmam suçunu hafifletmez ki…
Nasıl yaptım bunu, inanamıyorum. “Geceleri kimseye belli etmeden oynadım öğretmenim.” demeyi çok isterdim. Keşke böyle söyleseydim. Bütün sınıf güler, öğretmenim kızardı belki ama kendimi bu kadar huzursuz, bu kadar suçlu hissetmezdim. Aykut da biliyor üstelik. Oyunlarda atladığım aşamaları ballandıra ballandıra anlatmıştım ona. Benim hakkımda ne düşünüyor acaba şimdi? Nasıl yapabildim ben bunu? Yalan söylemesek Aman Allah’ım!
– Aferin benim akıllı kuzularıma, ne kadar akıllı ve dengeli çocuklarım var, demeyi çok isterdim, dedi öğretmenimiz.
İyi ki cümlesini, başladığı gibi bitirmedi. Hem yalan söylemek hem de övgü almak! Utanç verici olurdu. Devam etti: Bilgisayar konusunda şimdiye kadar sizinle hiç uzun uzun konuşmadım, çünkü böyle bir sorununuz yoktu. Sizden bana doğruyu söylemenizi beklerdim, ama Canan dışında hiçbiriniz bunu yapmadınız.
– Sınıfta çıt yok. Hepimiz utançla önümüze bakıyor, Afet Öğretmen’le göz göze gelmemeye çalışıyoruz.” Yalan söylediğinize mi üzüleyim, bilgisayara gereğinden fazla zaman ayırmanıza mı? …
– Yalan sözcüğü size sert gelmesin. “Evet, bilgisayara çok zaman ayırdım.” diyerek açıkça konuşmak yerine “Biraz zaman ayırdım. diyerek suçu yumuşatmaya çalışmak da yalan söylemektir. Ne yapalım, hayatı öğrenmek için bazen ağır sözcüklere de katlanacaksınız. Öğretmenimiz, daha ağır sözler söylesin istiyorum. Yalan söylemekten öyle utanç içindeyim ki ancak böyle kendimi iyi hissedebilirim. Suçumun cezasını almış olurum, ödeşmiş oluruz.
– Size daha ağır sözler söyleyip kendinizi suçunuz karşılığında ödeşmiş hissetmenizi sağlamayacağım. İstiyorum ki suçlu kalın. Özellikle bu konuda… Aman Allah’ım! Öğretmenimiz, içimden geçenleri duymuş olmalı; neredeyse aynı cümlelerle bana karşılık verdi!
– Başka bir şey yapacağım. Artık zamanı geldi, şu bilgisayarı verimli kullanma işini konuşalım biraz. Belki beni çok iyi dinlerseniz hele bir de söylediklerimi davranışa dönüştürürseniz… Kim bilir. belki sizi affederim.
– Bütün aklımla dinliyorum öğretmenim, dedim.
– İşte bir suç itirafı, dedi öğretmenimiz. “Dağaçin kendini affetmesi için, bilgisayar hakkında konuşmaya başlayalım a hâlde.” dedi, gülümsedi. Gülümsemesi bizi rahatlamıştı.
– Çalışmak kadar eğlenmek de son derece gerekli insan için. Kendimi bilgisayar konusunda zor kontrol ettiğimi baştan söyleyeyim ki bu çağın yeni derdi konusunda hemen herkesin aynı sorunla karşı karşıya olduğunu anlayın. Kendinizi ona göre değerlendirin, anlatacağım yöntemlerden size uygun olanı da ona göre seçin.
Afet Öğretmen de bilgisayar konusunda kendisine zor hükmediyormuş. Doğru mu duydum acaba? Öğretmenimiz tahtaya döndü, bir daire çizdi. Kavisli bir çizgiyle daireyi ikiye böldü. Bir tarafını tümüyle boş bırakıp içine büyük bir nokta koydu. Diğer tarafını da tebeşirle gece karanlığı gibi karalayıp diğer taraftaki nokta kadar aydınlık bıraktı. Daha önce böyle bir şey görmemiştim. Sınıfa döndü:
– Bu şeklin he olduğunu bilen var mi? – Denge işareti bu, dedi Utku. Hayır, Yin ile Yang… dedi Berfu. İkiniz de haklısınız. Bu şeklin bilinen adı Yin ile Yang… Milattan Önce 2800’de yazılmış bir Çin kaynağında görülmüş ilk kez. “Her şey karşıtıyla vardır.” anlamına gelen bir şekil. Utku da haklı, çünkü aynı anlamın içinde denge’ de vurgulanmış oluyor. Karışık bir konuymuş. Umarım sınavda çıkmaz.
– Çok hoş açıklamaları var, kendiniz de araştırabilirsiniz. Karşıtların dengesi deniyor, ileri yaşlarda tüm bunları ayrıntısıyla öğrenirsiniz.
Ben, bugün bizi ilgilendiren bir tek anlamı ile sınırlı kalacağım: denge! “Kendiniz de araştırabilirsiniz.” dediğine göre sınavda çıkmayacak, bu iyi haber. Zaten hangi derse uygundu ki? Matematik için fazla kavisli, Türkçe ve sosyal bilgiler için de fazla şekli. Bilgisayar başına geçtiğinizde önce bu şekli hatırlamanızı istiyorum. Ekran koruyucu yaparız öğretmenim.
– Ekran için değil kuzum, beyniniz için koruyucu yapın. Tamam, öğretmenim, diye yanıtladı Utku. Neye tamam dediğini kendisi de tam olarak bilmeden.
– Çalışmak kadar eğlenmek de önemli dedim az önce. Bu işaret şöyle sesleniyor size “Çalışmayı da eğlenmeyi de abartma, denge kur.”
– Noktalar da şunu mu diyor öğretmenim, dedi Berfu. “Çalışırken içinde biraz eğlence, eğlenirken de içinde biraz çalışma, öğrenme olsun.” Bunu düşünmemiştim, ama çok güzel bir şey buldun, aferin Berfu, dedi öğretmenimiz. Berfu’ya bakar mısınız? Öğretmenin bile aklına gelmeyen bir şey buldu. Bravo doğrusu…
– Bilgisayar, artık yaşamın bir parçası çocuklar. Yaşamı hızlandıran, insana zaman kazandıran bir parça… Teknolojinin ulaştığı en güzel noktalardan biridir bilgisayar. Her teknoloji ürünü gibi olumlu işler için akıllıca kullanırsan yararını, akılsızca kullanırsan zararını görürsün.
-İlaçlar gibi değil mi öğretmenim?
– Evet, ilaçlar gibi. Kesinlikle doğru, dedi ve devam etti: “Bilgisayarı iki biçimde kullanabilirsiniz. Bilgiye ulaşmak, bilgiyi düzenlemek için ya da eğlence için. Bilgisayar sizin için Öncelikle eğlence demekse yanlış kullanma başlamış demektir. Hiç eğlence olmasın demiyorum kesinlikle. Bunu benim bile başaramadığımı az önce söyledim size. Bilgiye ulaşmak için bilgisayar başında harcadığınız zaman, eğlenceye ayıracağınız zamandan fazla olmalı. Bunu başarmanın da yolu var. İnternetteki en ünlü arama motorunun adı nedir?”
– Google, öğretmenim, dedi sınıfın yarısı.
– Az önce Yin Yang’ı duydunuz. Başka bir gün Galileo’dan söz ettik. Başka bir dün çikolatanın anavatanının Amerika oluşundan Hezarfen Ahmet Çelebi’den söz ettik.
Doğrudan ders konularımız değildi pek çoğu, ama ilginizi çekecek, hoş bilgilerdi. Hepiniz bir “Google Amca Defteri” alsanız… Sınıfta, okulda, okul dışında duyduğunuz, merak ettiğiniz şeyleri o deftere not alsanız ve bilgisayarda oyuna başlamadan önce o konuları araştırsanız, nasıl olur? Bir ödev değil bu. Öneri yalnızca..
– Öğretmenim, oyuna zaman kalmaz ki, dedi Burcu.
– Bakarsınız araştırmalar hoşunuza gider, yeni şeyler öğrenmeyi sürekli “aşama atlamaya tercih edersiniz? Belli mi olur? Afet Öğretmen “aşama atlamak” dedi. Verda’dan biliyor olmalı. Yoksa kendisi de mi oynuyor? Gerçekten çok merak ettim.
– Annenizin, babanızın ya da benim size oyun süresi vermemiz, sınırlamamız neyi halleder? Hiçbir şeyi.. Yasakladıkça daha çak keyif almaya başlarsınız, her konuda öyle olmuyor mu? Bilgisayar başında geçecek sürenizi kendiniz belirlemelisiniz. Normal yaşamın yerini almamasına aşırı derecede dikkat ederek… Artık olgunlaşmaya; delikanlı, genç kız olmaya başlamış aklı başında bireyler olarak Küçücük bir araştırma defteri ile de kendinizi kontrol etmeye başlayabiliriz.
Hiç fena fikir değil. Yeni yeni bilgilere ulaşmaya çalışmak, orada rastladığım yeni bir şeyi araştırırken farklı dünyalara dalıp gitmek.. Ne kadar zevkli geldi düşününce…
– Şu çeker patlatma oyunu vardı, neydi adı?
– Şeker pat, öğretmenim.
– Evet, o… Ben de oynadım o oyunu. Kaçıncı aşamadasınız?
– Sınıfta en yüksek benim, yüz kırk oldum öğretmenim, dedi Canan. Canan’ın da bugün itiraf günü! Öğretmenin kafasına takılmasa bari… Gerçi kendisi de oynuyormuş bizi anlar. Her aşama geçtiğinde neler hissediyorsun Canan?
– Bunu da başardım diye düşünüyorum, sınıfta kimsenin beni yakalayamayacağını düşünüyorum; seviniyorum. Yeni aşamanın ilk dakikasında da sevincim gidiyor, hırsla oynamaya devam ediyorum.
– Çok güzel açıkladın. Birbirini izleyen tekrarlar yani. Eğlenmeye çalışırken tekrarların sıkıcılığına kapılmak değil mi bu?
Ama her oyunda farklı amaçlar var. İnsana katkı sağlamayan, hep aynı sonuca ulaşan amaçlar… İçinde yaratıcılık gerektiren bir şey yok. Biraz hafızanızı güçlendirebileceğini söyleyeceğim, ama sizin yaşınızda hafızanız zaten çok iyi. Son aşamayı bitirdiğinde ne diyeceksin?
– Şeker Patı, bitirdim diyeceğim arkadaşlarıma. – Bilgi ya da davranış saygınlığın mı artacak? Hayır. Sanırım, hırslı biri olduğumu kanıtlamış olmaktan başka bir işe yaramayacak… Aferin kızıma, benim söylemeye çalıştığım da buydu işte. Çocuklar, lütfen söylediklerimi, zamanınızı çalan bütün oyunlar için düşünün. Ayırdığınız zamana değmeyecek bir kısır döngü ile yiyip bitirdiğinizi fark edin.
Bizim uyarılarımız, sınırlamalarımızın anlamsız olduğunu bilin, bu kısır döngüden kendi kararınızla kurtulmaya çalışın. Odamda yorganımı başıma çekmiş, tabletin ışığının dışarıdan görünmemesini dileyerek saatlerce uykundan çaldığın zararını düşündürdüm. Sabah uyandığımda, içimde fena bir huzursuzluk… Demek o huzursuzluğa neden olan şey, yaşadığım kısır döngüymüş.
-Son bir uyarım daha var çocuklar. Uykudan önceki birkaç saat neyle uğraşmışsak biz uykudayken beynimiz aynı şeylerle uğraşmaya devam ediyor. Araştırma yapıyor bile olsan yatma saatinizden en az iki saat önce bilgisayarı tümüyle bırakmış olmalısınız. Sabah, hiç uyumamış gibi yorgun uyanmanızın nedeni de bu. Sakın bunu unutmayın.
Lütfen ekranı açar açmaz denge işaretini gözünüzün önüne getirin. O bilgisayarın ‘kapat tuşuna basmayı beceremezseniz yaşam boyu onun esiri olursunuz. Onu bir an önce kontrol altına almak zorundasınız. Anladınız mı beni?
– Hem de çok iyi anladık öğretmenim.
– O hâlde ben de sizi yalanlarınız konusunda affediyorum, söylediklerinizi unutuyorum.
-Yaşasın!
– Bilgisayarı kontrol ettiğinizi duymak koşuluyla… -Söz öğretmenim, söz!
Güzel başlayan dersin sonrakileri de her zamanki gibi güzel geçti. Teneffüslerde arkadaşlarımızla bol bol özlem giderdik. Birbirimizle vakit geçirmeyi o kadar özlemişiz ki yan sınıfın maç tekliflerini kabul etmedik. Yorucu tatilden sonra okuldaki ilk günüm dinlenmem için yeterli olmuştu. Okuldan çıkar çıkmaz aceleyle eve döndüm. Abim gelmeden bateriyle uğraşmak istiyordum. Bana izin veriyor, ama on gündür baterisine doyamadığı için ondan fırsat bulamıyorum.
– Hoş geldin kuzum! İkinci kuzu’ bugün annemden, Afet Öğretmen de bize böyle seslendi.
– Özlemiş demek sizi. Özlemiş, belli. Sen de özlemiş misin kendi kuzularını?
– Hem de çok özlemişim. Büyükannelerinle uğraşmaktan düşünmeye fırsatım olmadı, ama özlemişim sahiden. Benim kadar onları özleme, sevme olur mu?
– Afet Öğretmen de Verda kadar sevmesin yani seni?
– O sevsin de sen sevme.
– Vazgeçmedin şunları söylemekten. Bir kez daha duy o hâlde, insanın gönlü birden fazla sevgi- yi içine sığdıracak kadar geniş.
-Küçücük bir ayrıcalık yap o hâlde bana.
– Ne istiyorsun, söyle bakalım. Çıtır’la sen ilgilenir misin annem? Abimden fırsat bulamıyorum, biraz bateri çalacağım. Peki, o kadar ayrıcalığın olsun. Dikkat et ama bateriye!
– Tamam, merak etme. Üzerimi bile değiştirmeden abimin odasına koştum. Kapıyı sıkı sıkı kapadım. Birazcık aralık kalsa ses o aradan çıkıp evi yıkıyor. Bateri taburesine oturup bagetleri elime aldım. Gitarın, bağlamanın, yan flütün okulu var; ama bunun okulu yok. Tamamen yetenek işi bir müzik aletiymiş bateri. Çok yetenekli olanlar kurs veriyormuş, o da yeni başlayanlar için değil kendini geliştirmek isteyenler için. Benim önce abimden öğrenmem gerek. Yeteneğim varsa tabii.
Bagetler elimde, bir müzik parçası düşünüyorum. Önümde kocaman bir davul, yanlarda küçük davullar, ziller… Hepsi de pırıl pırıl parlıyor. Abim, on günde davulların üzerinde baget izi yapmayı başarmış. En çok sevdiği şeydi. Onun bu taburede otururken nasıl mutlu olduğunu tahmin edebiliyorum. Abimin sık çaldığı bir parçayı hatırladım. Yavaş yavaş çalmaya başladım. Zil, abime göre ayarlanmış halde. Ancak parmak ucumla ayak pedalına dokunabiliyorum.
Kalktım, pedalın vidasını gevşettim. Birkaç santim kendime yaklaştırıp vidalarını tekrar sıktım. Yerinden oynamasın diye bütün gücümle sıkıp iyice sabitledim. Kendi başıma, bazen aklımdaki müziğe uyarak bazen yaramaz besteler yaparak çok güzel eğlendim. Davulda bagetlere ritim veriyorum, peş peşe zillere dokunuyorum. Bateri, çok duyarlı bir müzik aleti…
Ufacık dokunmada çığlık atıyor. Bir ara Çıtır’ın kulaklarını kapadığını gördüm. Ne kadar zaman geçti, hatırlamıyorum. Abimin odası içeriden dışarı ses vermediği gibi dışarıdan da içeri ses almıyor artık. Abim içeri girdiğinde ritimle başımı sağa sola sallıyorum, kendimi yilirmişim.
– Merhaba Doğaç’ım, ne haber? Aaa, abi! Merhaba.
-Dağıtmışsın birader? Çok zevkli abi bu, bayıldım ben buna, Sana da öğretirim, merak etme. Taburesini abime bıraktım, ben de mutfağa, annemin yanına… Çıtır, salonun girişinde uyukladığına güre annem ahu yormuş almalı. Çıtır’ın mamasını ben veririm, temizliğini ben yaparım. Abim, fırsat buldukça onunla oynar. Hatta benden daha iyi oynar, Tüm bunlara rağmen Çıtır, aramızda en çok anneme bağlıdır. Annemin yanına gider, başını annemin ellerine sürer, miyavlar. Ona naz yapar, ona şımarır.
– Anne, Çıtırla en çok ben ilgileniyorum, ama en çok sana bağlı.
– Anne olduğumu, kurallarını benim koyduğumu biliyor herhalde.
– Bence ondan değil, seni sevdiğinden. Kedi özgürmüş çünkü. Kural tanımazmış. Ev tümüyle onunmuş, bizim burada yaşamamıza izin veriyormuş gibi hissedermiş kendisini. Yusuf anlatmıştı ya.
– Bilemeyiz ki oğlum, zamanla öğreneceğiz. Anne, kediler düşünüyor mu sence?
-Henüz kesin olarak belirlenebilmiş değil, ama bize hayvanların içgüdüsel davrandıklarını… Annem sözünü bitiremeden, abim odasından bağırarak çıktı. Çok korkmuştum. Abim böyle davranmazdı hiç. Ne olmuştu acaba? Yoksa.
– Doğaç, zilin pedallarıyla oynadın m? – Hayır. abi. Niye oynayayım ki?
– O bateriyi yalnızca sen ve ben kullanıyoruz. Pedal, ayağıma fazla yaklaşmış. Vidalarını zor söktüm, tekrar takayım derken vida boş dönmeye başladı. Fazla sıkınca vida yalama olmuş.
– Yalama olmuş ne demek? Vida diş atmış, tutma özelliğini yitirmiş demek. Ben bugün bateri çalamayacağım demek. Sen benim aletlerimden birini daha bozdun demek.
– Ben bozmadım, abi. Dokunmadım. Yalan söyleme Doğaç! Sakın yalan söyleme!
– Birbirinize yalancı diyemezsiniz, dedi annem. “Birbirinizle böyle konuşamazsınız!”
– Her şey ortada, yapmadığını söylüyor anne! Belki de ben yaptım, dedi annem. Paspas yaparken zilin yerini ben oynatmış olabilirim. Emin değilim.
– Hayır, anne! Paspasın dokunmasıyla bu kadar olmaz. Doğaç’ın işi bu… Zilden daha önemli olan da yapmadığını söylemesi… Buna daha çok üzül- düm ben.
– Ben yapmadım ama… diyebildim ağlamaklı bir sesle… Yine yalan söyledim, Aynı gün içinde iki kez… Hem de hiç yalan söylememişken… İnanamıyorum kendime, Abim, söylene söylene odasına gitti. Annemle konuşmamıza kaldığımız yerden devam etmek istedim. Annem çok sinirlenmişti. Ben de sinirliydim. “Abim, büyük olabilir ama bana böyle bağıramaz. Onun bağırmaya hakkı yak.” dedim.
Bundan sonra ne ben doğru dürüst cümle kurabildim, ne de annem bana doğru dürüst yanıt verebildi. Evde hiç yaşanmamış aksiliklerdi bunlar. Hem de benim yüzümden Neyse ki babam geldi de gergin ortam biraz yumuşadı. Ya da ben yumuşadığını zannettim. Günün nasıldı sohbetlerinden sonra annem, önce bana sert bir bakış fırlattı, sonra babama döndü:
– Doğaç’la konuşmamız gereken bir konu var.
– Hayrola? Ne oldu ki, dedi babam.
Annem, olanları anlattı. Paspas yaparken bateriyi kendisinin bozduğunu zannettiğini, ama Deniz’in söylediğine göre posposla bozulmasının imkânsız olduğunu… Babam sessizce dinledi. Birkaç dakika hiç yorum yapmadan oturdu. Sonra bana döndü:
– Korktuğundan mı yalan söyledin oğlum, dedi. “Yalan mı söylüyorsun?” sorusundan çok daha iyi bir soruydu bu. Yalan söyleyip söylemediğimi sorgulamadan nedenini sormuştu. Rahatlamıştım biraz.
– Evet, baba, diyebildim. Niçin korktun? | – Çok kızgındı abim.
– Yeterli gerekçe değil. İnsan, abisinden korkmaz. Bu da ayrı bir sorun.
– Evet… İnsanları bir arada tutan, hele hele aileleri bir arada tutan şey, birbirine karşı dürüst olmaktır değil mi? Bunu çok konuştuk.
– Konuştuk baba. Sana güvenimizi bir kez yitirdiğimiz zaman, tekrar eski duruma dönmek aylar alabilir.
– Evet.
– Dışarıdan biri senin yapmayacağını tahmin.
ettiğim bir davranışı yaptığını söylediğinde “Benim oğlum öyle şey yapmaz!” diyemem…
– Çok kötü…
– Evet, çok kötü… Şimdi gidip abinle konuş. Nasıl konuşacağını bilmiyorum. Bu kadar zorluğu çekmeyi de hak ediyorsun. Hadi bakalım… Yerimden kalkıp başım yerde abimin odasına yöneldim. Kapıyı açtım. Abim kapıya arkası dönük, pedalı tamir etmeye çalışıyor.
-Abi…
-Efendim, Doğaç! Sesinden kızgınlığının devam ettiğini anladım. Bir an geri dönmek istedim; durum içinden çıkılmaz bir hâle gelirdi. Dayandım.
– Abi, pedal ayağıma uzak kalınca birkaç santim yakınlaştırdım. Vidayı fazla sıkmışım.
– Biliyorum Doğaç!
– Sen odadan bağırarak çıkınca korktum.
-Abinden korktun yani. Aferin Doğaç! Bir daha çalmama izin vermezsin diye…
– Her zaman çaldığın gibi çalsan sorun yoktu. Niye oynuyorsun ayarlarla?
Çok üzgünüm abi…
– Pedal için mi, yalan söylediğin için mi? İkisi için de… Bir daha yalan yok, söz mü?
– Söz abim.
– Gel buraya… Abim, yerinden kalkmadan belime sarıldı. Başımı eğip yanağımdan öptü. Affettiğini söyledi. Yalan, sorunları çözmüyor, aksine iki katına çıkarıyor. Bir daha yalan söylemek mi? Asla!
O akşam benim dışımda herkes neşeliydi. Beni de neşelendirmeye çalıştılar, olmadı. Yalanların utancı içindeyim. Okulda da yalan söylemiştim, diyemedim. “Sınıfta herkes yalan söyledi ama…” diye kendime moral de veremiyorum, biliyorum ki bu tür davranışlar herkesin kendisini ilgilendirir. Ben, Doğaç’ım. Herkesin güvendiği, sevdiği Doğaç… Uyku saati geldi.
Hepimizin uyku saati aynı değil. Ben, en geç 22.00’de uyumak zorundayım. Abim, benden iki saat sonra da uyuyabiliyor. Herkesin yaşına göre uyku saati var ve bu gerçekten çok önemli. Boy uzama hormonları en çok uykuda çalışırmış. Bizimkilere, öğretmenimizin söylediğini aktardım. “Uyumadan iki saat önce bilgisayarı bırakmak gerekiyormuş.” dedim. Annem, çocukluğunda şiir ezberlemesi gerektiğinde, uyumadan önceki yarım saati seçermiş.
“Sabah kalktığımda şiiri ezbere akurdum.” dedi. Demek ki öğretmenimiz haklı. En son neyle uğraşırsan beyin de sabaha kadar onunla uğraşıyor. İzin istedim, herkesi öpüp odama gittim. Her günkü gibi bir öpüş değildi bu. Ben özür diler gibi öp- tüm, onlar affeder gibi öptüler.
Çıtır da peşimde… Kedilerle ilgili bir ilginçlik daha… Kediler, evde sıkılıyorlarmış. Bir sorunu olanı, yorgun olanı… Hemen onun yanına kıvrılır, kötü enerjisini alırlarmış. O kötü enerjiyi nereye koşuyorlar? Herkesin derdini biriktir, biriktir; nereye kadar? Başucuma kıvrıldı Çıtır. Bembeyaz, yumuşacık tüylerini okşayarak uyuyakalmışım.
Belki birkaç saat… Derinlerden bir gürültü geldi. Çok büyük bir kayayı çok büyük bir dağdan yuvarlıyormuş gibi. Boşluğa düştüğüm rüyalar görürdüm sık sık. Önce o rüyalardan biri zannettim. Yavaş yavaş kendime gelince yatağımın bir ileri bir geri sallandığını fark ettim. Çıtır’ın yatağı bu kadar sallaması imkânsız. Neler oluyor?
-Doğaç, Deniz!
İyi misiniz? Annemin sesi bu…
– Yatağınızın yanına çökün, çabuk!
– Ben yerimden kalkıncaya kadar sallantı durdu. Pencereden ışık sızmıyor, elektrikler kesilmiş olmalı. Ortamda inanılmaz bir sessizlik… Sanki kaya yuvarlanmış, her şeyi ezip geçmiş; bir ileri bir geri gidip yerine yerleşmeye çalışıyor. İnsanlar da kayanın çevresinde donup kalmış, kayayı izliyorlar.
Ne kadar süre geçti, hatırlamıyorum. Yatakta oturuyorum. Annemin elinde fenerle odama girdiğini gördüm. Işığı başımdan aşağı gezdirdi. – Oh, iyisin oğlum… Neler oldu anne?
-Deprem oldu oğlum. Çok kısa sürdü. Neden yatağın yanına çökmedin? Ben kalkıncaya kadar sarsıntı durdu.
– Yine de yatağının yanına çöküp başını ellerinle korumalıydın, biliyorsun.
– Deprem olunca neler yapılacağını okulda çok konuştuk, çoğunu biliyorum; ama depremi nasıl anlayacağımızı konuşmadık anne. Anlayamadım ki… Böyle durumlarda, ne söylenirse hiç yargılamadan sonuna kadar yerine getirmelisin oğlum. Senden önce anlayan birinin sana yardım etmesine şans vermiş olursun. Çıtır nerede, senin yanında uyuyordu? Feneri yatağımda gezdirdi, Çıtır’ı yastığımla duvar arasında büzülmüş buldu. Hem de ne büzülme! Gözlerini olabildiğine açmış, kamburunu çıkarmış, tüyleri kabarmış. Hızlı hızlı nefes alıp veriyor.
Babamla abim geldi. İkisi de gülüyorlar. Annem, güldükleri için kızdı onlara. Tehlike anında hepimizin tepkisi farklı… Ben şaşkınlıkla ne olduğunu anlamaya çalışıyorum, annemin aklına evin en küçüğü geliyor, Çıtır tüm vücuduyla tepki gösteriyor, babamla abim de gülüyorlar.
– Herkes iyi, telaşlanacak bir şey yok, dedi babam. Şimdilik yok, dedi annem. “Artçı sarsıntılar gelebilir. İçeride durmasak iyi olur. Hadi bakalım…”
– Annem sözünü bitirir bitirmez hafif bir sarsıntı daha oldu.
-Çabuk Zafer, çabuk! Baksa battaniye koy Doğaç, sonra Çıtır’ı yerleştir. Deniz, sen elektrik şalterini indir hemen. Zafer, sen de doğalgaz vanasını kapa. Çabuk, çabuk! Annem yönetimi ele almıştı. Hemen harekete geçtik. Battaniyeler, montlar alındı. Su bidonları, arabamızın anahtarı, acil olan birkaç eşya daha… Annem, nüfus cüzdanlarımızı da hatırlattı, hepimiz yanımıza aldık. Sıkı sıkı giyinip çıktık. Komşularımız da bizimle birlikte merdivenlerden indiler. Bahçeye çıktığımızda gördük ki bütün mahalle sokağa dökülmüş.
Çıtır, dışarıya alışık bir kedi değil. Kalabalık onu çok korkuttu, baksın içinde miyavlıyor. İçeri parmağımı uzatıp sakinleştirmeye çalışıyorum, konuşuyorum. Çıtır’ın miyavlamalari, içerideki hare- ketliliği bir türlü durmuyor. Abimle bana birkaç dakika beklememizi söylediler. Komşularımızla konuştular. Herkes neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor, ona göre de ne yapacağımıza karar vereceğiz. Döndüler. Toplanma noktasına gidiyoruz, dedi babam.
Herkes artçı sarsıntıların sürebileceğini, daha büyük bir sarsıntının da olabileceğini düşünüyor. Toplanma noktası, okul bahçesi. Geniş bir alan, çevresinde bina da az. Evimiz, bahçeli evlerin bulunduğu bir sokakta. Daha ağır bir sarsıntıda bütün binaların yıkılacağını düşünürsek açık bir alanda beklemek zorunlu tabii…
– Toplanma noktası ne demek baba?
– Doğal felaketler yaşandığında insanların bir arada bulunacağı, temel ihtiyaçlarının karşılanacağı, güvenli yerler belirlenmiş. Her mahallede var. Bizimki de okul bahçesi.
Okul, annemin okulu da benim okulum da değildi. Benim okulum biraz daha uzaktaydı. Abim:
– Eşyalarımız çok. Arabayla gidelim mi baba, dedi. Annem itiraz etti:
– Böyle anlarda araba kullanmak hem yeni bir sarsıntıda bizi tehlikeye sokar hem de toplanma alanlarına ulaşmaya çalışan insanlara, onlara yardım getirmeye çalışanlara engel oluruz. Yürüyerek gitmemiz gerekiyor. Aceleyle yola koyulduk. Sıkı giyindiğimiz için zaten zor yürüyoruz, ellerimizde eşyalarla yürümek daha da zorlaştı. Hava çok soğuk, nefesimiz buz tutuyor.
Sokak lambalar, yanmıyor, zaten zar zor görünen ayın ışığında yolumuzu zor buluyoruz. Daha birkaç saat önce Sıcacık yatağımda Çıtır’ı okşayarak uyurken şimdi başımıza gelenlere bakın. Yol boyunca, yıkılmış birkaç duvar gördük. Biri, bir arabayı ezmiş. Yıkılan ev yok. Uzaklardan siren sesi geliyor. Gecenin bu saatinde, karanlıkta siren sesi kadar ürkütücü bir şey yokmuş. Acaba birilerine bir şey mi oldu?
Birkaç dakika sonra okul göründü, Okulun kocaman bahçesi insan kaynıyor. Ne kadar çabuk gelmişler, hayret, Uzaktan bakınca el fenerlerinin hareketieri, ateş bocekleri uçuşuyor izlenimi veriyor. Kapıda görevliler var. Babama bahçenin köşesinde bir boş alan gösterdiler. İnsanlar battaniyelere bürünmüş, oturuyorlar. Aralarından kaygılı konuşmalarını dinleyerek geçtik. Boş alana ulaşınca kalın kilimleri yere serdik, battaniyelerimize sarınıp oturduk. Su bidonlarını boşuna taşımışız. Hatta kilimleri de. Görevliler, kaygılı insanlara su, oturmak için kalın süngerler dağıtıyorlar.
– Burada ne kadar bekleyeceğiz baba? Bilmiyorum Deniz. Henüz ne olup bittiğini tam olarak bilmiyoruz, Sanırım kimse bilmiyor. Birazdan öğreniriz.
– Siren sesleri neydi baba? Başka yerlerde sorun olabilir mi? Olabilir. Umarım canı yanan yoktur, ama olabilir, diyerek yanıtladı beni üzüntülü bir sesle. Bir saat kadar bekledik. Tahminlerde bulunuyoruz, ne yapmamız gerektiğine karar vermeye çalışıyoruz. Çevremizde oturan insanların konuşmalarına katılıyoruz.
Kalabalıktan “Kimse bir açıklama yapmayacak mı?” sözleri duyuluyor. Babam da aynı fikirde… Görevliler söylenenleri duymuş olmalı ki biraz sonra megafonla bir açıklama yapıldı:
– Değerli mahalle sakinlerimiz! Mahalle muhtarımızla birlikte toplanma merkezinde yapılması gerekenleri uygulamaya, öncelikle sizin rahatınızı sağlamaya çalışıyoruz. Kriz yönetimiyle de irtibat halindeyiz. İç Ege merkezli şiddetli bir deprem olduğu ve çevremizdeki pek çok şehrin etkilendiği bilgisini aldık. Artçı sarsıntılar sürüyor, görüyorsunuz. Kriz yönetimi tarafından tehlikenin tümüyle bittiği bilgisi bize iletilmeden toplanma merkezinden ayrılmayacağız.
Gelişmeler konusunda bilgi aldıkça size ileteceğiz. Açıklamalar, kaygılı konuşmaların daha da artmasına neden oldu. Acaba hangi iller etkilendi? Sabaha kadar burada mi duracağız? Yarın herkesin işi gücü var, ne olacak? Soruların ardı arkası kesilmiyor. Kendi kendine söylenenler, telaşlananlar, sakince olan biteni izleyenler. İnsanlar birbirlerinden ne kadar farklı. Bu fark da en çok tehlike anında ortaya çıkıyor. Bencilliklerini, telaşlarını, ilgiyle izliyorum. Ara sıra Çitır, korkuyla miyavlıyor. Ona bile homurdananlar oluyor.
İçimizde en sakin olan annem. Babamdan bile sakin, çünkü okulda doğal afetler konusunda hem sık sık seminer alıyor hem de öğrencilerine anlatarak onların bilgilenmesini sağlıyor. Hepsini burada uygulayabiliyor. Yani bilgi, korkmuyor. Bir saat kadar sonra meydana koca koca varille dağıtılıp içinde ateşler yakılmaya başlanınca o gece eve dönme ümidini herkes yitirdi.
Zaman ilerleyip herkes ateşin çevresinde ısınmaya çalışırken ya da battaniyeye sarılıp uyuklarken bir açıklama daha yapıldı. “Değerli mahalle sakinlerimiz. Az önce kriz yönetiminden yapılan açıklamayı size bildirmek istiyorum. Sabah sekize kadar toplanma merkezinde kalacağız. Depremle ilgili birimler dışında tüm resmi ve özel daireler, okullar tatil edilmiştir.” Bu açıklama, belirsizliği biraz olsun gidermişti. Sakince beklemek gerektiğine karar verip uykuya daldık.
Abimle ben, güneşin aydınlanmasına yakın saatlerde uyandık. Annemle babamın uyuduklarını sanmıyorum, uykumun arasında konuşmalarını duydum. Birkaç kez daha sallandık. Uyandığımız sırada sokak lambaları yandı. Işığı açık bırakılan evlerin de ışıkları yandı. Biraz sonra da güneş doğdu, Kriz yönetiminin söylediği gibi, sekize kadar bekledik.
Alan görevlileri artçı sarsıntıların azaldığını fakat tehlikenin devam ettiğini, evlerimize dönebileceğimizi söylediler. Eve dönerken, kullanılmayan birkaç evin yıkıntısına rastladık. Gece karanlığında fark edememiştik. Can kaybı yoktu, ama hasar çoktu. Bahçe duvarlar yıkılmış, yollar yanılmış, camlar kırılmış, levhalar devirmişti. Acaba çevre illerde neler olmuştu? Eve girer girmez annemle babam evi kontrol etti.
Banyo ile mutfaktaki seramikler çatlamıştı, başka hasar yoktu. Elektriği, doğalgazı, sonra da televizyonu açtık. Deprem, ilk haberdi. Kriz yönetiminin söylediği gibi, depremin merkezi İç Ege’ydi. Komşu illerde, özellikle illerin kırsalında maddi kayıplar çoktu. Can kaybı, sarsıntının büyüklüğüne rağmen korkulduğu kadar yoktu.
Heyecandan kalp krizi geçirenler. korkuyla balkonlardan atlayanlar olmuştu. En az hasar İzmir’deydi. Yaşam, böyle zamanlarda sayıya dönüyordu. Can kaybı sayısı, yaralı sayısı, depremin şiddeti, hasarın maddi karşılığı; her şey sayı ile elde ediliyordu. Nefes alıp veren her şey, doğal afette birer sayıdan başka bir şey değildi, Ne kötü! Telefon trafiği başladı. Türkiye’nin her yerindeki akrabalarımız, annemle babamın eski arkadaşları arıyor, sağlığımızı merak ediyorlar.
Biz iyiyiz. Pek çok insan kötü şeyler yaşadı, ama biz iyiyiz. Öğleye doğru sarsıntılar tümüyle bitti. Her sarsıntı, ilk sarsıntı anını hatırlattığı için yüreğimiz hopluyor, ama geceden beri birbirimize belli etmemeye çalışıyoruz. Sonunda bitti. Sakinleşmiştik. Kahvaltımızı yaptık. Hepimizde sıkıntılı bir hava var, fakat annem hepimizden farklı. Sizinle bir şey konuşmak istiyorum, dedi, gözleri dolu dolu… Anneler duygusal olur, ama bu ses tonu, gözlerinin dolu dolu olması başka bir şeydi. Çaydan bir yudum aldı, devam etti:
– Geceden beri kendimi suçluyorum. Neden Serpil? Senin sayende kontrolü sağlayamadık “telaşımızı sağlayamadık. Hayır… Ya bana bir şey olsaydı? Daha şiddetli bir deprem geçirseydik, siz neler yapmanız gerektiğini bilmiyordunuz. Bunun seninle ne ilgisi var anne? Hem de çok ilgisi var Deniz. Doğal afetlerle ilgili çok fazla seminere katıldım, öğrencilerime öğrendiklerimi kaç kez anlattım.
– Afet Öğretmen de bize anlattı.
– Ama size anlatmadım. Niçin ihmal ettim, bilmiyorum. Anlatmadım işte. Bugün, yarın anlatayım derken hep erteledim.
– Hayır, birkaç kez anlatmak istediğinde de biz erteledik.
– Üstelemeliydim. Bakın, başımıza geldi işte. Depremde, yangında, sel baskınlarında; her türlü zor koşulda neler yapılması gerektiğini çok iyi öğrenmiştim. Hatta basit ilk yardım kurallarını bile… Annemin niçin kendisini suçladığını çok iyi anlamıştım. Öğretmen çocuğu olan, anlar. Benzer durumları yaşamıştık çünkü.
Öğretmenler daima, kendi çocuklarını ihmal ettiklerini düşünürler. Hiç de ihmal etmemelerine karşın. Öğrencilerine öğrettikleri her şeyi kendi ailelerine de anlatmak isterler, ama zamanın yetmediğini düşünmezler. Başka öğretmenlerin kendi çocuklarına aynı şeyleri anlattıklarını da. Bugün, hepimiz evdeyiz. Öğle sonu birkaç saat sizinle öğrendiklerimi konuşursam rahatlayacağım. Duyduğum her cümle hayatta kalmak için gerekliymiş.
Bildiğim her şeyi size anlatmak istiyorum. Anlattı da. Öğle sonu, hepimizi mutfağa topladı. Deprem öncesi hazırlıklar, depremin nedenleri, deprem sırasında nasıl davranmak gerek, yaralananlara yardım, insan psikolojileri… Sonra yangın, sel gibi felaketlerdeki her tür ayrıntı.. Hepsini, ama hepsini anlattı. Akşama kadar. Dünya, bizim mutfak masasından farksız. Bazen kahkahalara tanıklık ediyor, bazen cephe savaşları da, bazen hüzünlere. Hepsiyle birlikte yaşıyoruz. Önemli olan, her şeyin başımıza gelebileceğini düşünerek hazır olmak…
Okulda yoğun bir gün, ilk yalanın utancı. Evde bateri ile rahatlamaya çalışırken ikinci yalanın utancı… Tüm bunlar yetmiyormuş gibi üstüne de deprem! Okul bahçesinde sabahla, sonra eve dön. Öğle sonu da annemden deprem semineri. Benim yaşımda bir çocuk için böyle sorunlar bir yıla yayılırsa ancak katlanılır, ben hepsini iki gün içinde yaşamak zorunda kaldım. Deprem elde değil ya, diğerleri yaşamamız gereken şeyler herhalde. Çünkü böyle böyle büyüyoruz. Yanlışlar yaparak doğruları öğreniyoruz. Annem, babam, abim, öğretmenim…
Yakınımdaki herkes olan biteni anlayışla karşılıyor. Babamın sözleri aklımda: “Dışarıdan biri senin yapmayacağını tahmin ettiğim bir davranışı yaptığını söylediğinde ‘Benim oğlum böyle şey yapmaz! diyemem.” İşte büyük bir ders! Babam demek istiyor ki “Sana güvenebilmeliyim.” Büyük bir sorumluluk bu… İnsan babasının, annesinin, abisinin, öğretmeninin güvendiği biri olmazsa başkaları, yabancılar ona nasıl güvensin? Bir daha güven sarsacak bir şey yapmamaya dikkat etmeliyim.
Erkenden odama çekildim. Hem yalnız kalmak hem de dinlenmek istiyorum. Alışkanlıkla ellerim tablete uzandı. Hayır!Tabletin bana hükmetmesine İzin vermeyeceğim. Tableti kenara bırakıp bilgisayarı açtım. Öğretmenime verdiğim sözü yerine getireceğim, bugün bilgisayar alışkanlığımı değiştirmek için araştırmaya başlayacağım. Meğer birkaç saniyelik kararlılıkla başarabilirmişim, ne güzel! Yendim bilgisayarı! Ben o ne derse yapmıyorum, o benim istediklerimi yapmak zorunda! Bilgisayara hükmediyorum! Arama motoruna “deprem” yazdım.
İnanılır gibi değil, 12 milyon sonuç! Ne demek bu? İnsanlar bu konuda araştırma, haber, yorum yapmışlar; fotoğraflar çekmişler. Bu kadar eylem oluşmuş. Bu kadar çalışma yapılmışken ben, deprem anında ne olup bittiğini anlayamadım bile. Oyun için harcadığım zamanın on dakikasını, öğretmenimizin depremden söz ettiği bir gün eve gelip depremi aramaya ayırsaydım dün geceki şaşkınlığı yaşamazdım. Odamda dünyanın tüm bilgileri duruyor, ben görmezden geliyorum. Ne fena!
Neler gördüm neler… Son depremler. Deprem bilgi sistemi.. Türkiye Deprem Vakfı. Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı. Deprem nasıl oluşur, deprem haritası, deprem yönetmeliği, depremde ilk yapılacaklar. O kadar çok bilgi var ki… Herhangi birine giriyorum, yönlendirdiği sayfalarda ilgi çekici pek çok şeye rastlıyorum. Fotoğraflar, canlandırmalar, videolar. Tüm bunlara bakmak yarım saatimi aldı. Yarım saat içinde, annemin anlattıklarının on katına ulaşmıştım.
Anneme “Ben zaten araştırmıştım, sen anlatamadığın İçin kendini üzme.” demiş olmayı ne çok isterdim. Ödev verilmeden araştırmanın, bağımsız araştırmanın tadını almıştım bir kere. Devam ettim. Arama motoruna “hayvan sever” yazdım. Bir milyon yedi yüz bin sonuç! Bir kere de hayvan yazacağım, çok merak ediyorum. Aman Allah’ım! Tam 47 milyon sonuç! Tekrar hayvan sever aramasına döndüm. Yaklaşık iki milyon kişi, hayvan sevgisini konuşmuş. Neler var bakalım…
Bir sosyal medya sayfasında paylaşım: “Bu Lütfen çevrenizde yaşayan hayvanların yemek ve su ihtiyaçlarını unutmayalım.” Ne güzel bir hatırlatma.. Aynı sayfada bir köpek fotoğrafı, altında da telefon numarası… Köpek için yuva ararken şu cümleyi kullanmışlar: “Sadece sevgi arıyor.”
– Doğaç, hayrola? Uyudun sanıyordum.
– Uyumadım abl. Ne güzel şeyler buluyorum, görsen şaşarsın. Gelsene… Abime yanıma oturdu. Az önce okuduğum yerleri ona da gösterdim. Oraya da bakalım, buraya da bakalım derken keyifle bir saat geçirmişiz. Ara verdiğimiz bir sırada abim sordu:
– Dur bir dakika! Senin alışkanlığın değil bu, neler oluyor? Bu soruyu bekliyordum, arama motorunda gezelim derken soru gecikti tabii.
– Aramızda kalacak ama… dedim.
– Ne demek aramızda kalacak? Şimdiye kadar aramızda kalmayan bir şey mi oldu, aşk olsun Dodaçi
– Aman, ağız alışkanlığı abi işte, dinle şimdi… Geceleri yorganımı tabletin üzerine çekip oyuna zaman ayırdığımı, tatilde bunu biraz abarttığımı, öğretmenimiz tatilde bilgisayara ne kadar zaman ayırdığımızı sorunca da bütün sınıfla birlikte yalan söylediğimi anlattım abime. Sonra öğretmenin “bilgisayar önceliğini değiştirmek İçin araştırma yapmak” düşüncesinden söz ettim.
– Canım benim.. Kendine yalancı demekten vazgeç bir kere. Alışkanlığa çevirmiş insanlar için bu sözcük kullanılır. Senin için alışkanlık değil, hatanı görüp bir kez söyledik, sonra unuttuk. Niçin unuttuk? Sana güvendiğimiz için. Yanağımdan bir makas alıp devam etti: Oyun meselesine gelince. Ben de kendi odamda aynı şeyleri yaptığımı söylesem şaşırır mısın? İyi ki Afet Öğretmen’in önerisini anlattın. Bana da akıllıca geldi çünkü.
Aynı yöntemi ben de deneyeceğim. Okulda duyduklarımı “Google Defterime yazacağım, bilgisayarla birlikte defterin sayfalarını açacağım. Baksana, neredeyse bir saattir ne kadar çok eğlendik. Hadi, biraz daha devam edelim. Diyorum işte, çok şanslı biriyim ben. Abilerin en güzeli de bende, Bir saat kadar daha aklımıza gelen her şey için arama motoruna girdik. Siteler arasında kimi zaman gülerek kimi zaman hayret ederek dolaştık. Öğrenmenin zevki, oyunun zevkinden kar kat fazla…
Çocuk Masalları Kısa – Çocuk Hikayeleri Kısa – Çocuk Hikayeleri
ÇOK GÜZELDİ